19 Aralık 2009 Cumartesi

Cumartesi

Tanrıdan gelip tanrıya varıldığını duyduğumda henüz küçüktüm. Ölüm benim için bir uyku haliydi. Belki biraz daha derini. Öyle olunca tanrının, insanların uyudukları şiltelerinin içinde onları bekleyen "şey" olduğunu düşünmüştüm. Uyanırsın ondan gelirsin, uyursun ona gidersin. Uykunun tatlılığı, ilk yatağa kavuşmanın huzuru dinginliği de tanrıdandı işte. Taşlar yerli yerindeydi.

Hala izleri vardır üzerimde bu sanrının. Yatarken son düşündüğüm uyanırken ilk aydığım tanrıdır genelde. Ama bu aralar taşlar oynadı yerinden. Bir tanesinin gitmesi kalan tüm taşların keyfini kaçırdı. Meğer o taşın varlığında uyumluymuş diğerlerinin kenarları. O gitti, geriye koca bir yığın kaldı. Denizden hevesle toplanan sonra balkon kapılarına konulanlar gibi amaçlarını ve hayallerini kaybettiler.
Oysa çok şeyim vardı benim. Bir kedim bile vardı. Uzun sarı tüylü. Keyfimin kahyası olduğum odam. Dinlediğim güzel müzikler, okuduğum güzel hikayeler, beni neşe içinde söylenen alolara bağlayacak telefonum. Yani ummazdım bu denli yoksunluk sendromunu. Bir cumartesi gününün bu denli ağır geçeceğini akıl etmezdim. Meğersem boşmuş cumartesiyi sevmeler.

Cumartesileri cumartesi, istikbal yatağı tanrının huzuru yapabilmenin kimi önkoşulları varmış.
Onlar olmazsa olmazmış...

8 Kasım 2009 Pazar

Yavrukurt izmire gidemezse


En son on yaşında hissetmiştim aynı öfkeyi. Dışarda yağan sağanak hızlandıkça hızlanmıştı ağıdım ve kesik kesik nefes alıp, iç çekmelerimden başka hiç bir ses çıkarmamaya başlamıştım. Perdeyle camın arasında durmuş hayallarime yağan ve onları çamura bulayan her yağmur damlasına öfkeyle bakıyordum. Ağaçlar daha bir yeşil oldukça, gözlerim daha bir kırmızıydı. Dedem "Kızım yağmur berekettir, bahçesi bağı olanları düşün, bak ne güzel toprak suya doydu" demişti. Bu ne bencillik diye düşünmüştüm. Ortada mahvolan benim pikniğimdi. Koca bir hafta beklemiştim ben bu piknik için. Geçen cumartesi, tüm yavrukurtlar okulun bahçesinde toplandığımızda söylemişti öğretmenimiz. Ben sorumluluk sahibi bir obabaşı olarak tüm arkadaşlarımla konuşmuş kim ne getirsini ayarlamış, ipi topu tüm ekipmanı hazır etmiştim. Hem demiryollunun kocaman aralıklı raylarının üzerinden geçip varacaktık gizemli, cesur yavrukurtlar dışında kimsenin ayakbasamadığı piknik alanımıza. Dedem ne anlasındı bu maceradan. Büyüktü o. Zaten anneannemin sus işaretini arkam dönük olsa bile görmüş gibiydim. Kopmuş bir band kaydı gibi kesilivermişti dedemin sesi. İşte aynı öfke oturdu cumartesi sabahı içime. Kaçan bir uçağın içinde giden tüm İzmir hayallerime aynı öfkeyle baktım. Aradan geçen 16 yıl hiç birşey eksiltmemiş hiç birşey arttırmamıştı. Utancımdan ağlayamamak dışında. On yaşındayken annemin çayın yanına hazırladığı kekte avuntuyu bulmuş, bilindik sohbetlerin akışına bırakmıştım öfkemi. Hem dedem de büyük hatasını farketmiş haftaya bağda çok daha güzel bir eğlencenin vaadini vermişti. Bu seferse ne kadar acımasızdı hayat. Yaşım bahane edilerek düşük tutulmuştu ilgi alaka. Yine büyük bir haksızlıkla karşı karşıyaydım. Birileri bana vaadlerde bulunup, kekimi yapmalıydı, olmadı. Kaçan uçağa da, yağan yağmura da küfrümü edip, kendime kendi çaylı kekimi yaptım. Self servis şefkatle olabildiği kadar sakinleyip yeni tatil hayallerine daldım.

9 Ekim 2009 Cuma

09.10.2009

Tek bir güne sığıyor diye anneden kopmanın ve hayata atılan ilk çığlığın süresi, tek bir doğum günü olmaz insanın bir yılda.Bu anlayışta aleni bir yanlış vardır. Doğmak evet, ancak, hayata gelmek esasında iki günde olur. Ön koşuldur doğulan gün. Ve ardından 'şanslı olanlar için' tamamlanılan gün gelir.

Belki bilemeyiz yıllarca ama bizim bir yerlerde kayıtlı ikinci bir doğum günümüz vardır. Atılan bir başka çığlık cevap niteliğindedir bizim çığlığımıza ve duyunca tanımamak imkansızdır bu sesi.
Duymak yılları bile alsa.

Çığlık daha da anlamlıdır şimdi cevabını bulunca.

İnsanın mutlak yalnızlığının köşelerini yumuşatır ikinci bir doğum günü. Ağırlığını arttırır varoluşunun. Sıkıysa bi de şimdi gel denilir hayata. Elbet gelecektir hayat ama çok daha kolaydır artık sınavlardan geçmek. Kopya çekecek biri vardır yanında. Usul usul gösterir cevabı sıranın altından ve siz de bir başına köşeye sıkışmamanın bazen, bazen de onu sıkıştığı köşeden çıkarmanın hazzını yaşarsınız.

Tenefüsler daha uzun, ödevler daha hafiftir artık. Ben diye diretmemek ve teşekkür edebilmek sorgulanır dönem sonu projelerinde. Bazen beceremeden usulca, bazen böylesine sesli teşekkür
edersiniz çığlığınıza cevap çığlığa ve onu size duyuran Tanrı'ya.

Sınıfı geçmişsinizdir.

6 Ekim 2009 Salı

turuncu ve gri

Tevekkeli değil sıkça düşünür olmuştum ölüm üzerine. Ama dingince. Ölüm hayatın terbiyecisi
kıvamında. Düzene hayran, isyankar değil olsa olsa meraklı hallerdi benimkiler. Okuduğum ölümleri düşünmüştüm. Bana farkettirdiklerini. Ki azdır benim okuduğum kitabı gidip gidip
karıştırma huyum, bolca yoklar olmuştum "Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek" kitabını. Ölümsüzlüğün ne denli körlük yaratacağını anlar gibiydim artık. Gören gözlerimle mutluydum yani.

Derken beylik lafların ustası beynim elli gramlık turuncu bir ölümle yüzleşti, yüzünü döktü günlerce. Japonlarıma bakteri dadanmıştı ve çaresizdik hem ben hem onlar. Onlar kadar küçüldüm üç gün. Küçücük kaldım. Her akşam eve dönüşümde korkak, umutlu, umutsuz baktım akvaryuma ve her cansız turuncuda içimdeki turuncu daha da bir soldu. Enerjim kalmadı artık sonuncuda, griye kestim.


Parlattığım bütün kılıflarım üstümde oturmamış bir sirk kıyafeti gibi kaldı. Komik düştüm resmen kendi kendime. Okunan ölümlerle yaşananlar arasında dağlar kadar fark olduğunu ve okuyarak adam olunmayacağını bir kez daha anladım.

25 Eylül 2009 Cuma

Mezarlık

Gel bak dedi. Bu benim babam, bu da benim annem. Aşağı taraftakiler de babannemle dedem. Hepsi bir arada bak ne güzel yan yana.
Boş gözlerle baktı çocuk üstünde çalıların sararıp kuruduğu koca mermerlerin dikildiği toprağa ve bu yanyanalığı anlamaya çalıştı. Ama dedi çocuk benimkiler hep ayakta. Toprağın altında anneler için çok küçüktü çocuk. Dört en fazla beş yaşında. Olması gereken ama neden olduğu anlaşılmayan bir geniş yüreklilikle kabul etti annesinin 'bazılarının büyükleri toprakta olur' lafını. Gerisini kurcalamadı.
Gözü, elinde su şişeleriyle oraya buraya su döken esmer akranlarına kaydı. Oyun oynasam ben de keşke onlarla diye geçti içinden ama annesinin elini çekiştirmesiyle oyunun bu garip alanda mümkün olmadığını anladı.
Annenin yüreği sıkıştı çocuk 'ama benimkiler ayakta' diyince. Ayakta olanlardan biri de kendiydi ve hoş değildi toprak altındakiyle kıyaslanmak. Beyninde yıllar sonraya sarıldı sanki film ve karakterleri değişti. Artık mermerde yazan bir kaç harften ibaretti kadın. Zaten ölülerin en katlanılmaz yanı kişinin kendi ölümünü çağrıştırması diye düşündü ve bencilliğine hayıflandı içten içe. Sertçe kolunu çekti çocuğun.
Mermerler insanlar kadar ilginçti. Kimilerinin sahipleri açmadan solmuş gülmeden susmuştu. Sevenleri doyamadan toprak doymuştu. Kimileri toprağın altında bile ülkeler ve sınırları varmış gibi emekli albaydı. Sıfatlara toprak altında bile ihtiyaç mı duyuluyordu, var mıydı orda da uzun siyah çizmeler merak etti kadın.
Her mezarın önünden geçerken engel olamadığı işlemleri yaptı. Ölüm eksi doğum. Ve akabinde, sonuç eksi kendi yaşının mutlak değeri. Arka fonda döndü durdu numaralar kadınsa kendini yarın hazırlaması gereken bayram sabahı kahvaltısının eksiklerini düşünüyor sandı. Kaşar olsa iyiydi. Tek çeşit peynirle geçiştirilecek herhangi bir kahvaltı değildi. Bolca bir omlet de güzel olurdu. Evde yumurta var mıydı evet vardı. Tamam herşey yolundaydı.

Gel dedi anne ve tozlu yola parkettikleri arabaya doğru yola koyuldular. Geri dönüp son kez birşeyler söyledi kadın içinden. Ufak ufak dudak hareketleriyle. Anlamadı çocuk ne dediğini annesinin. Zaten buraya geldiklerinden beri çok da anladığı yoktu söylenilenleri. Yıllar sonra öğrenecekti aslında annesinin de anlamadığını kendi sözlerini, ve hatta bu anlaşılmayan sözleri kendisinin de annesi için söyleyeceğini.

Evlerine yakın markette durdular. Mezarlik boyunca nasıl da farketmemişti kadın, yeşil zeytin gözardı edilebilecek bir detay değildi.

8 Eylül 2009 Salı

Turşular ve filtreler

Sonbahar... Çirkin ankaranın kendine en yakışan renkleri bulup üç ay gözüme güzel göründüğü mevsim. Beynimde en çok okulların açılmasıyla eşleştiği için biraz kaçındığım biraz keyiflendiğim, sinemaya gitmenin en güzel olduğu üç ay. Öyle dev alışveriş merkezlerinin tepesindekilerden bahsetmiyorum. Düzayak, kaldırıma kenarı olan sinemalara gitme mevsimi. En güzel üşümeler, en güzel tarçın renkli hırkalar mevsimi.
Farkettiğim şu ki, bendeki telaş ve huzur en çok sonbaharda uyumlu. Biraz ondan biraz geçinemediği kardeşinden koyar karıştırır tam kıvamında olur ruhum. Kırtasiyeye giderim üç kalem iki defter, yazacak birşey bulunur elbet. Aklım kalır fasulye ve çubuklarda. Ufak bi sorgu beynimde; bu yıl okula başlayacak bir çocuk var mı diye? Sorgum boş döner eli kolu, gözüm kalır rengarenk fasulyelerde (Tanrı'nın da aklına gelmeliydi pembesini yaratmak) aldığım defterlerin kokusunda ararım avuntuyu.
Her sonbahar genel bir kafa temizliğinden evime sıra gelmez. Nasılım bakalım? Halim hatrım? İnce detayım? Var mı kafa yormam gereken? Müdahale için çok mu geç çok mu erken? Yoksa gerek mi yok, ohh o zaman şanslı sonbaharımdayım devam etmeliyim aynen.
Bir de turşu kurmayı bilsem... Her sonbaharda aklıma gelir ilkokul hayat bilgisi kitabındaki kavanozlara turşu kuran anne.Yüzündeki tatlı gülümseme. Ben de turşu kurcam, ben de gülümsicem işte... Yine beynim ve yine eşlemeleri diyip gülüp geçtiğim de olur arama motoruna "turşu kurma +kolay" yazdığımda. Henüz bir turşu ekşimedi kavanozumda ama konu hakkında bilir kişi oldum diyebilirim. Bir çok şeyde birçoğumuzun olduğu gibi...
Ama bu sonbahar farklı olsun. Öyle ki sıra sıra üç küçük kavanoz, hatta dört, turşu olsun tezgahta. Devrimci sonbaharımda ekşisin turşular gülümsesin yüzüm. Tüm heveslerim beynimin tezgahında hiç kimsenin filtresine takılmadan sıralansın yan yana. Hayat bilgisi kitabını süsleyen gülümsemeden olsun bende de. Neyse ne ,ister eşleme ister can çekme. Kessin zihnim de ağız tadıyla turşular yiyeyim. Alayım beynimi de hıyarların arasında bir güzel sirkede bekleteyim...



1 Eylül 2009 Salı

Sebzelikte yaşam

Sebzelikteki sebzeler gibi altlı üstlü yaşıyoruz farklı türlerimizle. Ben bir soğansam üstümde oturan garip aile muhakkak ki mısır. Yani birbirlerine en yakın bir sebzelikte olabilirler. Başkaca bir birliktelik en azından benim damak zevkimin tamamen dışında.
Çocukken dünya küçük diye yaşıyoruz galiba üst üste demiştim. İçimden bi ses bu algının hala ötesine geçemediğimi söylüyor. Neyse en azında bizim sebzeliklerimizin kapısı var. İşte bu akşamda kapımın üzerindeki her kilidi kitlemiş katında tek başına olmanın verdiği esneklikle kabuklarını salmış az acılı bir kuru soğan olarak düşünmekteyim.
Ne düşünür bir soğan mı dersiniz? Çok şey. En çok düşünmemek üzerine düşünür. Nasıl bir şey düşünsem de düşünmeme düşünde uyansam diye düşünür. Nasıl bir salata olur benden diye düşünür. Yaşam mı döker zeytinyağını soğan mı çağırır onu diye düşünür. Zeytinyağını mı düşünüyorum onu döken eli mi diye düşünür. Düşünmek düş’ten mi gelir düşe mi varır kendini yonta yonta diye düşünür. Ama en çok sumak üzerine düşünür.
Çünkü bir tutam sumak yeter soğanı anlamlı kılmaya. Dozunda tadında bir tutam sumak… İnce ince içini dökmüş soğanı alır başlı başına bir ziyafet yapar. Ne onu ezer lezzeti, ne onun sıkıldığı tadı aynen sunar. Yani hem düşünür hem de düşler sumağı soğan. Kimi zaman o kadar uzun sürer ki düşünmesi kabukları saçılır etrafa. Ağlar insanoğlu o dökünce içini. Ağlar ve kaçar. Dönüşte elinde sumak olacak mıdır yoksa soğan baştan savma bir öğrenci menemenine mi kurban gidecektir bilinmez.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Çivi

Bembeyaz duvarın ortasına çakılmış bir çivi. Orta boy. Sağlamından. Çakıldığı noktayı ezip geçmemiş. Usulca zedelemeden duvarı kendini kabul ettirmiş de duruyor dimdik. Lakin neden çakıldığını bilmeyen her çivi gibi o da biraz huysuz bu aralar. Kafası karışıyor sık sık. Sağa bakıyor bir ekmek torbasını sırtlamış arkadaşı sola bakıyor varaklı bir ayna berikinin boynunda. Kimisi birden onikiye bölünmesini sırtlamış zamanın kimisiyse paslı tırnak makası ile çok daha dingin ve keyifli.

Ya ben diyor bembeyaz duvarın ortasındaki çivi -ki her çiviye kendi durduğu yer orta gelir uzakları göremediği için- ben ne taşımaya geldim hayata. Nedir doğru yük? Bir aile tablosu, anne baba çocuklar yüzlerinde gülücükler ve hatta annenin karnında yeni doğacak velet? Bir diploma veya başarı belgesi, peşpeşe iliştirilmiş mağrur gururlu italik aferinler? Siyah beyaz bir fotoğraf, kadrajda çakır keyif bir hatun ayağında ankara soğuğuna çare koca botlar? Bir İstanbul manzarası, bu sefer hatun ayıkken de keyifli lakin sanki daha bi yorgun? Yoksa koca bir tabloyu mu asmalı boynuna içinde bütün bu tablolar?

Çivilerin bilmesi gereken her yükün anlamlılığı mı, tüm yükün aynı anda taşınması şartı mı yoksa yük almadan yalın sakin durmak mı duvarda?

Şaşkın biçare çivi ağladı. Onu bu duvara çakan çekice bana bir akıl ver diye yakardı, yattı rüyaya. Gezindi rüyasında duvarlar arasında, koştu hatta çivi. Sonra çekiç göründü sisli karanlık ormanın ortasında ve 'sakin ol' dedi. 'Olur, olması gereken olur'.

Günler geçti, aylar geçti, sakin suskun durdu çivi. Ve o gün geldi onu oraya uygun gören çekiç yanına bir çiviyi iliştiriverdi. Gerdi üstlerine bir raf ve al buyur dedi. Ne istersen yerleştir hadi. Çivi ne mi yerleştirdi? Hiç birini. Olur dedi, yerleşmesi gereken yerleşir zamanla.

İyi bir öğrenciydi çivi...

18 Ağustos 2009 Salı

Ketılın gönlünü almak

Sinbom, haklısın... Ben yılgınca kapıdan çıkarken 'kıymeti bilinmez ketılların' dedin duydum. Geriye dönüp bakmadıysam kıymet bilmezliğimden değil had bilirliğimden sinbom...Utandım da bakamadım, suçlandım da konuşmadım.

Farkındayım gecenin bir vakti çalışmak istemediğinden, çok geç oldu malum. Ve evet farkındayım kesiksiz uykular senin de hakkın. Biliyorum gerikafalı tenceredense az mesai bol itibar senin layığın bu mutfakta. Ki sen şen sofraların başına dahi konmuyorsun biliyorum.

Ama sinbom inan yerin de bende çok başka. Sen sanıyor musun ki benim kendime en yakın bildiğim o şişkin düdüklü veya narin nazenin kadeh. Benim biriciğim sensin sinbom... Benim kıymetlim sensin. Hani geçen çarşamba, hatırla bak... Dolu gözler ve boş kupayla nasıl geldim yamacına. Yine şişti içim doldu gözüm. Yine sendin kahveme can veren. Evet devrilip yattım sonrasında da sinbom, sen de beni anla. Kolay değil gözünle sana dönük sırtını görmek. Bir gün insan olursan anlarsın. Gözlerin yuvalarından çıkıcak gibi oluor. Ürkekçe vuruyorsun kendi sırtına da dönen olmuyor sinbom. İnan kolay olmuyor...

Sinbom, içi sıcacık değil herkesin senin gibi. Buz gibi soğuk sert kaynıyor kimilerinin içleri. Kaynayıp dökülüp yeniden serin sulara kavuşamıyor her ruh. Çocukluk denir bizde ısınıyorsun usul usul, ergenlik geldi mi kaynıyorsun. Bir de bakıyorsun duramıyorsun sinbom, atmıyor düğmen. Bütün alaca ışığıyla yanıyor o da kuruyorsun. Düğmenin zamanında attığı bizim gibilerde çok ileri versiyonlarda oluyor. Öyle havalı tefal insanlarda bile atmaz o düğme kolay kolay. Şişinmelerine bakma sen sinbom.

Sinbom bugün de doldurduysam içini ağzına kadar ve beş kere basıp düğmene dördünde hiçbirşey yapmadıysam kadir kıymet bilmezliğimden değil inan. İster düğmen bozuk de, ister yok ki düğmen, ister sen basıyorsun kendi düğmene durmadan da atamıyor de, sen istemedin sönmeyi de hatta, haklısın. Ama sinbom bil ki sen benim için en kral tefalden çok daha alasın...

7 Ağustos 2009 Cuma

Çin çayı ve Kola

Ruhları kola asidinde
gün boyu ekşimeye bırakılmış kadınlar
akşam evlerine gidip
Çin çayı demler oldular
Fonda icap eden mistik bir müzik
Ve çözmeye çalıştılar
hayatın anlamını
anlamlarını
Çay mı demini almamıştı
müzik mi çok kısıktı bilinmez
asitte yanmaya devam etti ruhları
Uyudular
Sabah, onları bekleyen aside
bir güzel makyaj yaptılar
Çin çayını da üst rafa
mısır patlatmanın yanına
küskünce koydular
...

6 Ağustos 2009 Perşembe

Sus

Şiişşşşşt...Sus... Sus ki hata yapma. Sus ki yoruma açık olsun her şeyin. Sen uğraşma. Suskunluğunu yorsun birileri birşeylere. Sonra başka bi susuşunda bu sefer farklı sustu diye dönsün başka şeye yorsunlar. Kim demiş edilgen değil etken olmaktır esas diye. Sen sessizliğinle yönet herşeyi. Öyle edilgen ol ki farkına varmadan senin yapmadıklarını anlamaktan başka bir şey olmasın yaptıkları etkenlerin. Hala da yapan tarafım diye etken sansınlar kendilerini.

Sen sus, başka nefesler tükensin muhabbetlerde, sen sözü merak edilen ol. Sus ki hep, başkaları susma özgürlüğüne sahip olamasın hiç, kelimeleri tükensin.Ki tükenmesidir kişinin kendisinin kelimelerinin tükenmesi. Bak son kelimelerimdi bitti. Ben de sustum. Şiişşşşşşt...

4 Ağustos 2009 Salı

Kaş hatırası

Ben ister başlayım bir şeylere, ister bitireyim herşeyi, ister çok olayım ister yok, Kaş’ta, derinlerinde denizin, gördüğüm turuncu çizgili tombul balık yine aynı rotada ilerleyip yine aynı kayalıklarda dinlenecek. Yine aynı şeyler girecek midesine. Huzurundan hiç bir şey eksilmeyecek, kaygısından da öyle. Benim küçücük dünyam onun küçücük dünyasına yaptığı anlık misafirliğiyle kalacak ve bilecek sınırını. Büyüttüğüm başımı döndüren dünyam değiştrmeyecek turuncu çizgili tombul balığın aklından geçenleri ve yine aynı kuytuya sığınacak küçümen gövdesi. Ama çok şey değiştirecek onu düşünmek bana. Hiçliğimi öğretecek. Öğretip haddimi sudaki süzülüşü, azad edecek beni karadaki dev aynalarından… Karada kum tanesi, suda su zerresi olduğumu gösterecek. Özgürlüğüm gelecek sonra bana geri, üstünde yosun kokusu…

Kolye kopcasi

Arsız ve hüzünbaz kolye kopçası. Kendini zincirin ucunda sallanan değerli taş sanır. İnatla gelir gerdana ve inatla taşınırlar arkalara, saçların kuytusuna. Kısır döngü döner de döner kopça kopana oyun bitene kadar.

Onun da ruhu bir kolye kopçası. İnsanlığa sunulan nadide güzellik sanıp kendini akmak ister hayatın gerdanına. Aksın ki herkes görsün, herkes konuşsun. Parlasın güneşte, lüks salonların aynalarında yansısın. Oysa hayatın zincirinde itinayla taşınan bir kadın olmamıştır asla. Keza bir erkek de. Başka birşeydir hayat. Hiç bir can diğerlerinin arasında parlayan olamaz. Diğerlerinden değerli olup ağırdan satılamaz. İnsanlar sadece güzelliğin ışıması için halkayı tamamlayan kopçalardır ve çok anlamlılardır bu halleriyle. Ama işte kimilerinin kör gözü hep daha yüksekte.

15Mayis2009

Geçen sene 15 mayısta yazdıklarımı okudum. Sanırım anlatacak yine çok şey var. Artık yaş 26. Kulağa fena gelmiyor. Ama dışardan koklanmıyor ki bu yaş dediğim şey. Yaşlar kavunlardan çok farklı. Uğraşa uğraşa içine girip bakmak tanımak anlamak gerekiyor. Tadını güzel hayalliyorum 26ının. Tercihim kaşıkla yenebilecek kadar yumuşak, bal gibi tatlı olması. Sorun değil kabuklara doğru acıması. Ben çoğunluğuna bakarım yaş dediğinin. Zaten kavunda da öyle yaparım.
Kendimi geçen seneye göre çok daha ‘iyi tanımlı’ hissediyorum. Kafam daha net. Olmazsa olmazlarım ve olmasa da olurlarım çok daha ayrık birbirinden. İşim daha kolay bu anlamda. Kendime içten içe bir aferin demiyor değilim. Katettiğim yolları görebiliyorum artık. Aferinime gidiyor bir diğer aferin de.
Halledemediğim şeyler yok değil. İlerde de halledebilir miyim bilemiyorum. Ama önemli bir fark var; halletmem şart yanılgısını hallettim gibi. Halletsem güzel olur tabi ama hayatın mutluluk hedefli bir optimizasyon süreci olmadığını kavrar gibiyim. Halletme zorunluluğunu eskisi kadar hissetmiyorum üstümde.
Hem artık japonlarım var. Yalpalaya yalpalaya yüzmeleri hayatımı kolaylaştırıyor. Bir de masamda tepesi kırmızı şapkalı kaktüsüm. Aşkın yüzen ve saksıya gömülü hallerini tanıyorum onlarda.
Herkese ve herşeye, bana şeklimi veren her acı tatlı anıya binlerce şükür. Bakalım 26 nelere küfrettirir nelere şükrettirir? Bekliyorum...

Fasulye ve bit

Hakkımda çok umutları yoktu insanların
Ben on beşimdeydim.
Onlarsa beşleri yuvarlayalı çok olmuştu.
Yine de onbeşin pamuktan dağı
Çok daha tepede tutardı beni onlardan
Kafalarındaki bitleri görürdüm sanki.
Büyüdükçe ben
Pamuğuma yağmurlar yağdı
Ve iniverdim yanlarına
Buna iyileşme deniyordu
Veya büyüme
Bense onlardan bana sıçramasından korkuyordum bitlerin...
Ve çok korktum bir daha
Yanılsama da olsa
Yükseklere erişememekten...
Şimdi yirmi beşimde
Görüyorum ki anneannem
Gider ayak fasulye koymuş pamuğuma
Onun yapraklarında
Tekrar göklerde
Ve bu sefer bitleri görmeyecek kadar genişlikte yüreğim...
Hüznüme teşekkür ederim...

15Mayis2008

Yine ondördünü onbeşine bağlayan gece. Aylardan mayıs. Aynı hüzün. Burukluğum yine her zamanki tadında. Nedendir diye düşündüğüm ancak son on 15 mayısta bulamadığım cevabın peşindeyim yine ve yine yazıyorum. Sanal harflerle gerçek hüzünleri yakalamanın keyfi, kağıt kalem kokusuyla yazdıklarımdan daha bir farklı geliyor. Harflerde elimin yamukluğunu, heyecanımın bozukluğunu görememek garipsetiyor. Yabancı kelimeler gibi bunlar. Ama yine de dokunduğum bir beyazı kirletmeyip monitörün ışığında gözümü kırpmayı tercih ediyorum.
Kafamda sayıları birbirine eşit olmayan sorular ve cevaplar var. Bir 15 mayıs klasiği. Yine bir soruya karşılık gelen onlarca cevaba bakıp tek bir cevapla aydınlanmasını diliyorum onlarca sorumun. Öylesine istediğim bir cevap ki bu pastamın üstündeki her muma onu üflüyorum.
Son güne ödemesini bırakmış bir mükellef gibi ödemem gereken vergi için kuyruktayım sanki. Hep son güne bıraktığım hayata özen ödemeleri. Sırayı sabırsızlıkla beklerken ceplerimin boş olup olmadığını bilmiyorum. Ellerimi ceplerime sokmak hala fazla cesurca geliyor. Keyifli bir tesadüfle aynı gün doğduğum ablamın benim önümde olması rahatlatıyor beni. Onun suratında şişkin bir cebin huzurunu görmek isteyerek bakıyorum. Oysa yüzünde yansımam var sanki. Acı bir keyif alıyorum.
Bu sefer yaşım gözümde daha da büyük. Yirmi beş! Geçen seneki yaşımdan onlarca sene sonrası gibi. Hayalini kurduğum yaşlarda ve hayalini kurmadığım bir hayatta olduğumdan mıdır bilmem yaşım rahatsız ediyor beni. Oysa ki 15imde olsam mesela, kurduğum her hayal için küçük olan yaşımda bolca alan olcak planlarıma. Ama şimdi bir çok hayalim için büyük olduğumu görüyor ve hüzünleniyorum. Hayal üretemiyorum. Ben büyürken güncellenmeyen hayal gücüme hayıflanıyorum.Yabancılaşıyorum kendime. Başka birilerinin hayalleriyle karıştı sanki kafam da ve ben de böyle bir 25te buldum kendimi.
Herşeye rağmen hayallerime yakışan hatta onları da aşan şeyler de var diyorum hayatımda. İnkar edemem. Her karanlıkta olduğu gibi uçuşan ışık hüzmeleri. Bunca süslü cümleli arabeskin tadını keyifli yeşilcam filmelerine yaklaştıranlar var. Yanımdakiler, yakınımdakiler. Dilimi çözen ve hatta baba ocağına sığınır gibi şefkatine sığınabildiğim insanlar. Bilirim çok konuşur ama az özümü anlatabilirim ben. Kurduğum cümleler hep teğet geçer kendime. İşte benim laf kalabalıklarımın ötesindekileri duyabilenler için hissettiğim şükran, gecenin bir yarısı içimi aydınlatmaya yetiyor. Şu koca dünyada milyonlarca insanın arasında beni çok daha yumuşak bir sedire özenle koyuyor. Onların hepsiyle anneannemin bağında olmayı diliyorum şu an. Bu yaşıma da sığıyor ölüleri partimeçağırmak. Beraber kiraz yiyor dedesakalı topluyoruz. Daha bir sürü kişi var gelmeyen. Malum köy yolu, yollar bozuk ya ondandır gecikmeleri diyorum. Sırayla Murathan ve Milan geliyor. Binbir özür gecikme için. Şımarıkça önemi yok diyorum. Daha niceleri çıkıyor asırlık gibi görünen köy otobüsünden; Leman, Elvis Presley, Kadriye yenge ve torunları, Edibe teyze, Tarkan , Aysel teyzem, Doğa, mahallemde oturan ama adını bilmediğim tombalak tosunum daha kimler kimler… Bir an herkese ikram yetecek mi diye kaygı etsem de, annem anneannem ve ablam var ya diyorum içimden. Onların el attığı partide sorunlara yer olmaz ne de olsa. Keyfim yerinde elimde Mocha’m (soğuk, az karamelli) açık büfeye doğru seyirtiyorum…

Kurabiye

Patlıcanları pijama şeklinde soymaya tereddüt ettim. Türlüm istedim ki renkli renkli olsun. Sonra yüzyıllardır yapılan usule yeni yaklaşım getirmek benim neyime diyip canım rengi, ki o sebzenin rengine boyar nice güzel hatunlar saçını, harcayıp boz rengi çıkardım alttan. Patatesler sabırsızlığımı simgeledi küçük küçük. Maksat çabuk pişsin.

Ve dedim neden türlü şimdi? Herhangi bir tatil gününde, böylesine karaborsayken boşluk, neden türlü? Ve iki cevap buldum. Birincisi evde çeşit çeşit sebze vardı ve çürürse yazıktı. İkincisi ben mutlu bir ev hanımının kızıydım. Mutluluğun koduna türlü işlenmişti bir kere beynimde. Türlüsüz eksikti benim mutluluğum. Asiliğe gerek yoktu ve ben de patlıcan soymalıydım keyiflenmek için.

Evcilik oynar gibi mutfakta bir de dedim, bir de babannemin S kurabiyesi. Yıllarca bayıla bayıla yediğim, çayın en iyi mezesi o müthiş S kurabiyesi. Ama hiçbir fikrim yoktu nasıl yapıldığına dair. Aman dedim, sağ kolum google. Ama google dostum habersizdi muhtemelen babannemden ve yazdığımda “babannemin S kurabiyesi” diye gülebilirdi bana. Kibirli ya hani biraz da anlatır dururdu kendi doğrularını. Sonra eskinin şefkatli google’ı annemde aradım tarifi. Bir iki kelimeyle en doğru yanıtı döndü annem. Canım annemdi benim, süp-perdi.

Kurabiye hamuru yoğurmak bilgece bi işmiş aslında. Çok şey geliyor insanın aklına. Hayatta onu yoğuran herşey kurabiye hamurunda vücut buluyor, ellerinde şekilleniyor. Şekli oturmamış herşey bir boya getirilip yuvarlanıyor iki avuç arasında. Ben benimkileri S yapmak istedim ama olmadı, neyse yuvarlak da iyiydi.

Beynim yanyana hücrelerde tutuyormuş S kurabiyesi ve tuzlu halkayı. S olamamış yuvarlak kurabiyelerim pişmeye yakın dürttü yanındakini enfes kokusuyla ve babannemle anneannem çay içiverdi gözümün önünde. Babannem gelmiş anneanneme, elinde kurabiyesiyle. Anneannem de tuzlu halkasını pişirmiş ateşte. Ben de yanlarındayım. Çamurdan kurabiyeler yapıyorum. En lezizini ben yapıyorum aramızda. Öyle diyorlar.

Şimdi almak vardı tarifi anneannemden. Gülüşünü duymak vardı sen nelere kalkıştın diye. Yasmin Levy’de özlemiş anneannemi. Söyleyişinden belli. O ağlamaklı ben ağlamaklı. Artık çay zamanı. Çay içip elimde kalan gülüşü duyabilmek için babannemi aramalı. Bi de neden S olamamış kurabiyem onu sormalı.

Keder teyze

Hayatta başına güzel şeyler gelmiyorsa getirtmelisin. Çağırmalısın. Bunu kavgayla da yapmak mümkün sakin bir ısrarla da. Tek bildiğim küskünlükle yapılamayacağı. Veya küsgünlüğe dağdan dönecek cevabın tavşanın ömrüne yetmeyebileceği.
Nasıl bir hayatsa benimki, birileri bana ulaş demiş. Hatta sana da demiş değil mi? Ve sanki boynumuza bağlı sopanın ucundaki başarıya koşturup duruyoruz. Sopa hep bir adım önde. Üstünde bütün haşmetiyle babalar, ilk okul öğretmenleri ve niceleri...Ben hep terli. Manzara hep hızlı geçiyor yanımdan. Detayları görmek için şahin gözü lazım. Ki bende yok. Sen de var mı? Kaç tane? Bana da düşer mi?
Yavaşlamaya dair yaptığım tek şey hızlı hızlı okumak kitapları yavaşlık üzerine. İçer gibi kana kana. Nasıl güzel anlatıyorlar, nasıl ikna edici, nasıl öğretici anlatamam. Ama o kadar işte. Hani demişler ya, anlatılan dinleyenin anladığıyla sınırlı. O hesap işte. Okuyor, anlıyor, saygı duyuyor ve içselleştiremiyorum. Kocaman bir aferin.
Okuduklarım sadece çay molalarında satmak için mi diye kederleniyorum sonra. Keder pek tanıdık bana. Sık görüşür, pek sevişiriz. Gelmese diye gözünün damarına baktığım, ama kendisine vefa borcum çok olan yaşlı komşu teyzem gibidir keder. Evet çok şey öğrendim ondan ama, biraz daha genç işi olsa komşularım, kısır yiyip kikirdesek, erkeklere küfretsek, çula çaputa para bağlasak beraber...Ah ne rahatlarım...
Neyse gelsin teyzem, başımın üstünde yeri var. Her zamanki gibi sohbeti uzun tutmasam, yani anlamaya çalışmasam pek, öyle derin derin deşmesem onu dinlemesem, erken kalkar mı acaba? Yahu hiç mi ocakta yemeği olmaz bu kadının? Hep fastfood mu yer bu gitmeyi bilmez ağır kanlı hatun. Belli ama oturdu mu göğsüme nefes aldırmıyor. Kaç çektiğini Allah bilir. Madem gelecek böyle sık sık, mevzumuz farklı olsa bari. Hep mi telaşımdır konu, hep mi lise serüvenlerim, hep mi sorgulamak zorunda yorgunluklarımı. Ya bi kere de başka şeyden şikayet et bari. Gündemini değiştir. Gerçi benim mi değişmem gerekiyor onun için? Yani kadın hep benden bahsediyorsa ve fazlaca kabak tadı verdiyse muhabbeti, iş bana mı düşer acaba? Hiç de iş alacak hal yok aksi gibi. Yine de önümde fazla seçenek yok. Muhabbetin değişmesi için benim değişmem şart. En azından başka şeylere dertlensem içerik değişse o bile işe yarar gibi. Bir de diyet lazım bu hatuna. Yani gelecekse hep ve baş köşe olarak seçtiği yer misafirhanemde, hep göğüs kafesim olacaksa başka yolu yok. Taze ve hafif şeyler yedirmeli. İtinayla beslemeli. Az az sık sık gelsin de ben onu kolay yoldan besleyip hafifleteyim. Acaba yolu bu olabilir mi? Yani sık sık çağırıp onu mavi-yeşil kararlarla beslesem zayiıflar mı acaba? Kim bilir zayıflar da uçuverir semaya. Konsa da kuş tüyü gibi okşar gider. Kim bilir? Kim mi bilir? Ben mi?...

Keyif

Keyif seni çok farklı hallerde bulabilir. Mekan zaman ayarlamaya çalışmak anlamsız. Mekanik bir sesle başlamış olabilirsin güne. Annenin sesinin seni hazır kahvaltıya uyandırdığı günler çoktan geçmiş olabilir. Gece tükenerek izlediğin bininci dizinin binbirinci bölümün kahramanları tüm gece çevrelemiş olabilir seni. Gökyüzünde süzüldüğün rüyalar için fazlaca dolu olabilir beynin. Ve böyle bir gecenin sabahında dolmuşun pis ve soğuk camında yastığının kıvrımlarını biçare arayarak varabilirsin işe. Sonra ne mi olur. Hiçbirşey. Farklı hiçbirşey. Yine çalışırsın. Belki biraz haz belki sadece sorumluluk bilinciyle. Veya ürettiğin reflüne inat gün boyunca içtiğin çayların çişi olabilir. Gücün sadece bu verime yetebilir. Olabilir yani, gerçekten olabilir.

Akşama işin yoktur. Ama kimseninde senle işi yoktur. Vitrin camlarında kendini görmekten tiksindiğin için ve yanına senin gibi vitrin camlarından tiksinen bir yoldaş bulamdığın için tek başına oturabilirsin evinde. Evin kuvvetle muhtemel pis olabilir. Kafanın dağınıklığı odanda yansıyor olabilir. Evdeki balığın için otamatik yemleme makinasından farksız olabilirsin. Sevmeyebilir seni. Ve sende bu detaya hüzünleniyor olabilirsin.

Ama işte olur bazen. Patron kendi tatil planlarını yaparken sana iş planı çıkartmıştır. Sen google mapten baktığın denizin karşısında kahveni içerken alt tabla bir işe geçip bir hayallere hala da keyiflenebilirsin. Belki tuz ve yosun kokan denizin karşısındakilerden bile çok. Olur bazen. Nedenini bilmezsin. Kafanı kaldırıp neye olduğunu bilemeden teşekkür edersin.

Yuva