Nasıl ağır zaman.
Nasıl ahlaksız. Günü yaşarken öyle gri, öyle ağır kanırta kanırta üstümden
geçerken uçuş tarihine bakınca nasıl da tez canlı, laf dinlemez, beş yaşında. Çok kafa karıştırıcı.
Bir
uçak gelecek, beni kızımı ve Ali’yi alıp götürecek. Valizde tarhana ve
makalelerim. Zihnim 70’lerde köyünden hiç çıkmamış ama şimdi Almanya uçağında olan
bir gelin kızın ve uluslararası projelerin toplantılarında rengini ortaya koymayı pek
bi bilen akademisyenin zihinlerinin karması.
Şimdi bir uçak
gelecek ve beni götürecek ya, aklıma ilk okuduğum kitapların başına düştüğüm
notlar geliyor. Tarih, adım ve kitabı okuduğum şehir. Bu anlamına pek de
inanmadığım alışkanlıklarımdan yalnızca biri. Hele şehrin adını not düşmem. Kütüphanemde
kaç tane Ankara yazılı bilmiyorum. İki elin parmağı kadar Adana var, arada denk
geliyorum. Sayfaları en eski kokanlar onlar. Yer yer Ereğli ve bir kaç tatil
beldesi. Ama işte Ankara yakın geçmişimin toprağı. Ankara adım gibi kesin
bilgi benim için.
Tatiller dışında hep Ankara yazdı yüzü koyun koltuğa
konmak ve üstüne yediğim içtiğim şeylerin dökülmesiyle yazarı kadar imzamı
attığım kitapların üstünde. Ama artık değişecek.
Canterbury yazacak. Ne saçma. Ha, insanın aklına ilk bu mu gelir derseniz
hakkınızdır. Ama canım kardeşim, insanın aklına ancak gücüne yeten şeyler
geliyor. Dile döktüğümüz bir derdimizin olmaması çoğunlukla derdin değil onu
gündeme taşıyacak, bilincin en orta yerine o derdi taşıyacak gücün yokluğuna
işaret ediyor. Benim durumda da böyle işte. Konum kitaplarım. Sahi
hala almadım, oysa en az 5 kitapla gideyim diye not aldım. Başka türlü nasıl
yalnız kalınır bilmiyorum.
Şimdi bir uçak
gelecek ve beni götürecek ya, aklıma en çok düşen kelime cüret. Cüret etmek.
Bir kası var sanki insanın bedeninde gizli bir yerde. Cüret kası. Kimisi
doğuştan güçlü. Kimisi için hayat onu geliştiriyor destekle, özenle. Şefkatli
anne kolları, neşeli baba oyunları en doğru adres. Cürete sahipler için sahip
oldukları şey kollarının olması kadar normal. Yani siz bir ortama girince
kolunuzu masaya koyarsınız ya, onlar cüretini koyuyor aynı masaya. Bakmışsınız
cüret topluyor tüm dikkatleri kendi üstüne. Hele ki altı doluysa masadaki
serçeler için son belli. Tamam diyorlar öyle yapalım. Serçe yüzlerinde garip bir
rahatlama ve yenilgi.
İşte eğer ki bu
kası pek çalıştırmadıysanız, cüret kolu masaya koymak değil serçe olup aslana
karşı durmak gibi görünüyor. Oysa belki gökleri soruyor size aslan. Siz de ona
diyorsunuz ki keskin gözlerinle ne görüyorsan o tabi ki. Ben ne anlarım.
Üzerinizde uzun uçuşunuzun tatlı yorgunluğu, kanatlarınızda bulutların kokusu
evet diyorsunuz gökyüzü senin gördüğün şey. Küçücük bedenimle ne diyeyim senin dediğinin
üstüne.
Kendimi serçe
gibi gördüğüm ve bunun beni gökyüzü hakkında masallar yazabilecek güçte
kıldığını fark etmem yenilerde oldu. Hatta 3 gün önce. Saat bile veririm size.
Bazen öyle oluyor, bir kırılmayla hayatınızda bir rengin artık çok daha parlak
olacağını anlıyorsunuz. Bu elbette hadi yırttınız demek olmuyor ama az şey
de demek olmuyor. Size artık hayatınızdaki turuncu hamburgerci koltuğu rengi
değil de Bozcaada’daki gün batımı renginde olacak desem az şey mi?
Şimdi göğsünde
turuncunun en güzel tonunu taşıyan bir serçe olarak bineceğim ya ben o uçağa,
aklıma gelen bir şey de döngü oluyor. Hayatın içine içine dönen, dönerken eski
yollardan geçmeyen ama hep aynı yere varan ama vardığında hep farklı şeyler
gördürten bir döngü. İlk evden çıktığımda 15’tim. Şimdi 35. Bu uçak kalkacak
ya, en çok da 15’ime saygı duruşu bu. Kendime, emeğime, pek taze cüretime. Her
şeyin artık pek de farklı oluşuna. Şimdi bunlar belki size gidecek 3 saatlik
yola çalışacak bir sene amma tantana derdirtebilir. Diyin de. Haklı olduğunuz
çok yer var. Ama ben de şöyle diyeyim size; bir ikindin
güneşi sırtınıza vurup elinizdeki çayın rengini aleve boyarken, yıllardır oturduğunuz koltuğunuzun en rahat
köşesini omuriliğinizden bilip en rahat şeklinizi almışken, birazdan yarın ve
sonraki günler hakkında tahminleriniz varken ve bunlar yarın güneşin doğacağı
bilgisi kadar cepteyken, kalk desem size, hadi kalk. Kalk, kalk, kalk. Üç valiz
hakkın var. Doldur hayatını. Çoluğunu çocuğunu tepiştir yerleştir. Korkma, istikamet dünyanın en güzel ülkelerinden biri. Seni şanslı velet seni, hadi, bırak
çayı oyalanma. Desem böyle. Evet, kalkarsınız. Sırtınıza vuran güneş boş
koltuğu ısıtır ve siz o uçağa binersiniz. Bunların hepsi olur. Ama işte o çay
keyfi orada kalakalır. O an, o anın konforu orada donar kalır. Uçaklara
almıyorlar alışkanlıkları, bildik üç kuruşluk keyifleri, çayı demledim atla
gelleri. Size diyor ki bunlar uçağa konmaz, taşınmaz mallar. Oradan yenisini alın.
Yorgan gibi mesela. Ama işte her şey yorgan değil, dünyanın en güzel ülkesinde
bazı şeyler yok. Olsa valizimde tarhana olmazdı. O tarhananın yanına Alin’le
eve girmeden gördüğüm komşu çocukları, o bildik sohbetleri bile sığdıramıyorum.
Bari tarhanaya laf etmeseler.
Nasıl, hafif bir üşüme gelmedi mi?