28 Aralık 2010 Salı

Zaman

Üşenmedim araştırdım; insanoğlunun zamanı ölçme saplantısı M.Ö. 3500'lere dayanmaktaymış. O yıllara kadar en olması gereken haliyle, bütün bilinmezliği ve hükmedilmezliğiyle durmaktayken zaman, hangi dahi tarafından bilemiyorum, ortadan ikiye bölünmek istenmiş. Böl ve fethet demiş içindeki 'rahatsız' sanırım. İcadın adı da obelisk olmuş. Olmuş mu zaman 2 parça. Yetmiş mi hükmetmeye yetmemiş. Bölünme sürmüş de sürmüş. Zaman unufak edilmiş. Kollarda parçalanmış. Her evin duvarında ve hatta sokak meydanlarında. Ne mi olmuş peki geçen 3500 yıldır durmaksızın ufalanan zamana? Hiç bir şey. Hükmedilmiş mi, anlaşılmış mı miniminnacık bırakılınca, takdir sizin.

Yani benim anlamadığım şu. Evet yumurta Ankara'da 180 saniyede kayısı kıvamı olur. Peki gitsenizAdana'ya öyle mi? Asla. Yani yumurta bile kendi zamanını uygulatırken, tavuğun kıçından çıkan yumurta bizim icadımız ufak zamancıklara boyun eğmezken neden biz hepimiz, 7 milyar insan bu kadar eminiz parçaladığımız zamanların bizi hizaya sokacağına.

Yani mesela her gün 24 saat de sizin her gününüz aynı uzunlukta mı gerçekten? Hiç uzun bi gündü dediğiniz olmadı mı? Madem aynı ufaklıklardan oluşuyor güneşin batması ve doğması neden kimi gün göz açıp kapayıncaya kadar geçer de kimi günse göz kapanmayı iple çeker.

Bana öyle geliyor ki biz her şairin şiirini alıp on harf on harf ayırmaktan daha zekice birşey yapmıyoruz. Ve bu on harften tüm şiiri anlamaya çalışıyoruz. Sanıyoruz ki on harfe gücümüz yetecek, sanıyoruz ki şiir onlu harfler kümesinden ibaret olacak. Öncül varsayımsa şu, her şair aynı kalıplarda parçalanacak benzer şiirler yazacaklar.

Neyse şimdi saat 18:00 itibariyle çıkmalıyım işten. Gece 24:00'da uyumak üzere evime, sabah 7:30'da kalkmak üzere yatağıma girmeliyim. Sabah belki de 3 milyar insan gibi saat 09:00'da işimin başında olmalıyım. Çünkü neden mi çünkü biz 3 milyar insan aynı şeyiz ve yarın 3 milyar farklı gün aslında aynı ufaklıklardan oluşan ikiz mi ikiz kardeşcikler olacak. Biz zamanın efendisiyiz. İsteyince böler, isteyince başlatırız. Gözümüzse, isteyince bitirmeme de.

Pehh...

18 Ekim 2010 Pazartesi

Çocuklarla haftasonu

Geçtiğimiz haftasonu iyice anladım ki hayata çeşitlilik katmak için bir çocukla dirsek temasında olmakta fayda var. Anladığım pek az şeyi gülücükle simgeler beynim ama bunu bile isteye, ben huysuzlanmadan yaptı. Sebebi açıktı.

İlk defa kedimi bir kilimin içinde ninni eşliğinde uyutulurken gördüm. İlk defa şarjlı el süpürgem saç temizlemek için kullanıldı ve ben ilk defa -can kurtarma amaçlı bile olsa- bir başkasının saçını kestim. Şaşırıp kalmanın keyfini çıkardım bütün gün. Yol kenarında büyüyen çalıların yeşil ve kötü kokan meyvelerinden uzun zaman sonra bu denli keyif aldım. Onları havaya atıp yere düşmeden tekmeleyebilmenin insanı kalifiye biri yaptığını geçen haftasonu hatırladım ve üzerinde epey ter attım. Beynimde bir yerlerde bir gün çağırılırım belki diye bekleyip duran yirmi yıllık heyecan ve hevesleri buyur ettim günüme. Meğer ne zamandır beklerlemiş çağırılmayı, gönüllerini aldım.

Ağaçtan palamut topladım. Palamutların tepesindekileri parmaklarıma şapka yapıp kendi beş kişilik ailemi kurdum. İsim verdim onlara; Tombiş, İbiş, Sırık, Süslü, ve Çiroz. Yüzlerini de tükenmez kalemle güldürmeyi ihmal etmedim. Parmaklarım bana gülümseyince ben de onlara gülümsedim. Deneyin, istemsiz oluyor bu. Derken keyfime keyiflendim, yıkamadım ellerimi.

8 Haziran 2010 Salı

yaNLizlik

Yalnızlık "herkes" gittiğinde geriye kalan şey değilmiş. "Biri" gittiğinde geriye kalan "herkes" gitti sanrısıymış. Yağmurlu bir günde toprağa düşmeyen tek bir damla için toprağın duyduğu hüzünmüş. Bu hüzün toprağın gözünün doymazlığından değil ama gönlünün avunmak bilmezliğindenmiş.

Ve galiba en zor öğrenilen, öğrenilmiş güveni öğretilen yalnızlıkla yer değiştirmekmiş.

Cüretkar kurulan "yalnız kalmam" cümlelerini eli yüzü kavruk, ama daha olgun olan "ben de birgün yalnız kalabilirim" ile değiştirmekmiş zor olan.

Yalnızlık kimi beceriksizleri seçen ve fakat hayat erbaplarının sağlam kalelerini geçemeyen yaramaz değilmiş. Tıpkı bir fare gibi başının geçebildiği her delikten sinsice sızan bir mutlakmış yalnızlık. Çocuklukta yazması büyüklükte yaşanması sorgulanan bir vazgeçilmezmiş.

Ve kimileri bunu hiç beceremezmiş.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Doğum günü kavramını yavaş yavaş anlar gibi olduğu ikinci doğum gününde hiç birşey planladığı gibi gitmemiş, aksine işler epey karışmıştı. Etrafta kardeş, doğum, şans, pabuç, dam gibi kimisini bildiği kimisini pek anlamadığı laflar döne dursun, çocuk etrafa ve annesine şaşkın, biçare bakıyordu. Annesinin kucağındaki, kendi bebeklerine nazaran fazlaca çirkindi. Bu kadar olay olması anlamsızdı.

Acaba kardeş çirkin mi demekti. Kardeşler çocuklara doğum günlerinde gelen hediye miydi? Eğer öyleyse Cafera Amca'da satılan kuzu bu 'şey'den daha güzel bir 'kardeş' olmaz mıydı? Çocuğun sorusu bol ama derdini anlatma yetisi ve şansı oldukça azdı.

Aslında bütün olan biten Tanrı'nın espri anlayışıydı ve çocuk bu espriyi 30'una geldiğinde bile pek yerinde bulmayacaktı.

Hafifce yaklaştı 'kardeş'e. Yapacak birşey yoktu. Hakikaten çirkindi ve gözleri kendi bebeğinin aksine yatarken de kucaktayken de kapalıydı. Özelliksizdi bu 'kardeş' ve üstüne üstlük ilerde mayosuna kaçan kumu temizletecek, odasını dağıtacak, evine kedi getirecek, kıyafetlerini çalacak, aynı evde yaşarken onu ne çok sevdiğini anlatan komik bir mektup yazacak, daha da büyüdüğünde ise almayı planladığı biblo fili ivedilik ve düzenbazlıkla elinden kapıp "ayy benim evime ne yakışır diye" kendi sepetine atacaktı.

Çirkin bebekse ilerde kendisini bir süre gerçekten hediye sanacaktı. Bu lafı duyan ablasının ifadesinden "galiba yanılıyorum" diye düşünecek, hediyeleri ve ilgiyi paylaşmaktan nefret edecek, ablasının doğum gününde doğduğunu öğrenen arkadaşlarının anne babası hakında yersiz esprilerine bolca maruz kalacak, ama
ablasına kocasının aldığı pastaya konmanın hazzını da hiç birşeyde bulamayacaktı. Pek çok insan (mesela eniştesi) ablasının doğum gününü kutlarken onu da hesaba katacaktı ve bu aslında hınzırca bir keyif kaynağıydı.

7 Nisan 2010 Çarşamba

Tuz Gölü Sanrısı

Herkese ne yapması gerektiğini soran yeni yetme... Halim budur... Elimde değil çünkü kalbim kırılınca yolumu gösteren harita da ölçek kayması yaşıyorum. Neyin aslında benim coğrafyamda büyük yer kapladığını neyinse önemsiz bir detay olduğunu şaşıyorum. Dedemin bahçeyi sulamak için açtırdığı kuyuyu haritada arayan on yaş halimden az halliceyim. Tuz gölünden epey şüphelenmişltim o dönem.Şimdi de şüphelerim var ama daha temkinliyim. Çünkü kalbim kırıldı. Çünkü "bunu haketmemiştim" diyen her insan gibi "haklı olarak" buruk içim.

Haklı olmak her zaman keyif veren bir şey değildir ya, öyle işte.

Sen ki koca göl, sen ki içinden balık bile tutmuşum ben... Sen tut tepesinden bakınca hayatın görünmez ol. Nerdesin göl? Daha dün burdaydın. Derdim senin yüreğinin benim yüreğime kuş bakışı uzaklığını ölçmekti. Elimde ipim. Çünkü yoktur yüreklerin kıvrımlı yolları, dolanmaya gerek yoktur ulaşmak için. Ama baktım yoksun göl. Benim ipim elimde kaldı, içim acıdı, seninse kıyılarından bir soğuk esinti ya geçti ya da hiç olmadı.




5 Mart 2010 Cuma

Anniş, Hatiş ve Durduş

Kimi kadınlar başka kadınlarmış. Onlar hayatlarını çoklar çoklar sunarmış sevdiklerine.

Girdiklerinde mutfağa ne göbeklerini ne egolarını birbirlerine çarpmadan sevdikleri için emeklerini ortaya koyar, fedakarlığı unlar yağlar pişirirlermiş. Karşılıksız sevginin hafifliği kabartırmış hamuru, ortaya çıkan ondan kimsenin midesine oturmazmış.

Kimi kadınlar doğru soruları sorarmış hayata. Kafaları sanılanın aksine sorusuzluktan değil, doğru soruların hafifliğinden rahatmış. Doğru soruların cevabı hep çoktan seçmeliymiş ve alışılanın tersine seçmeme şansı verirmiş kişiye. Her seçenek kendi içinde yeterince doğruymuş.

Kimi kadınlar arasındaki mesafeler, isimlerin sonuna'oş'lu 'iş'li heceler konup kısaltılırmış. 'Ş' sıcacık bir harfmiş onların dilinde ve nice 'seni seviyorum'dan daha kıymetliymiş. Dişler arasından süzülüp gelir diğerinin gönlünü bir dolanır gezermiş 'ş'. 'Ş' bizlerin anlamadığı bir gizmiş
onların dilinde.

Kimi kadınlar, birbirlerinin eksik tavasını veya sarma yaprağını akıl eder, bir sabah kahvesi vaktinde, ciddi yüzler evden gidince, ş'lerini de alıp yanlarına giderlermiş birbirine. Kimi kadınlar birbirlerinin fincanında hep aydınlık görürmüş. Hatta inanırlarmış bu aydınlığa kendileri bile. Canları öyle istermiş ve tüm müjdeler tombul kuşların ağzından bir diğer kadının hanesine dökülürmüş. Kimi kadınlar hep geniş yürekliymiş. Başkalarının mutlulukları da sığarmış bu geniş yüreğe. Yürekler başkalarının hayalini taşıyabildiği ölçüde büyükmüş.

8 Şubat 2010 Pazartesi

Kelimeler

Söyleyemediğim veya parlatıp söylediğim her kelime gece boyu eklemlerime işledi. Şişti eklemlerim, ağrıya uyandım. Bana karşı savaştı içime kaçan kelimeler. Benden olan bana karşı duranlar oldular. Susmadılar. Herşeyin olduğu gibi onlarında bir ömürleri olduğu ve zamanı gelince beni terketmeleri gerektiğini anlamadılar. Ölümsüz oldular eklemlerimde ve hayata eklenmemi zorlaştırdılar. Sevmedim onları, kızdım onlara, küstüm. Onlar da benim diyemedim, savaş açtım. Güçlülerdi, iliklerime işlemişlerdi. Hafife aldım. Olmadı yıllarca, sabahlara galip çıkamadım. Günün içine akınca ben, sakinleyince, sustular. Ama beni her sabaha malup uyandırdılar.

Devrik devrik cümleler kurup da yazdığım kelimelerse devrildiğim yerden beni kaldıranlar oldular. Yazdıklarım, kağıt solunca gidenler oldular benden. Ölebilmeyi, gidebilmeyi, yeniye yerini bırakabilmeyi bilenler oldular. Anladılar beni, en gerçek beni anlattılar yanyana dizildiklerinde. Kağıtta beliren her kelime onun hakkında düşünebildiğimin en iyisi oldu. Ben vazgeçip geçemeyeceğimi, yeterliliğimi ve haddimi o kelime çıkınca kalemden anladım hep. Kara küçük şekillere bürününce aydım çoğu doğruya. Çoğu şeyi böyle tükettim, miadının dolduğunu böyle anladım. Ama hiç tükenmedim yazarken. Yazdıklarımca hiç tüketilmedim.

Bu yüzden eğri büğrü harflerimi sesimden hep daha çok sevdim.

5 Şubat 2010 Cuma

Köpek

Şefkatli kış güneşi yağmurun her damlasını özenle okşayıp küçücük damlaların içindeki kocaman renkler dünyasını ortaya çıkarıyor. Güneş şahane, yağmur deseniz öyle. Birbirlerini yoksaymak değil dertleri, karşıtlıklarıyla daha da vurgulamak, canlı kılmak birbirlerini. Köpek her ikisinden de memnun. Hem ıslanmaktan, hem kurumaktan. Köpek şanslı. Dalgalara bakıyor dingin, etrafından tasmalı halleri geçerken telaşla asıla asıla hayata. Görmüyor bile onları kara gözleri. Köpeğin gözü dalgalarda. Her bir dalgayı kıpır kıpır yapıyor yeni düşen damlalar ve güneşle aydınlanıyor bu kavuşma sahnesi. Işık profesyonel olunca oyunun da tadına doyum olmuyor.

Bu şahane manzaraya bakan köpeği izliyorum dakikalarca. Benim manzaram daha güzel köpeğinkinden. Daha da anlamlı. Benimle aynı keyfi yaşayan bir çift göz daha da keyifli kılıyor anı. Köpek ıslanıyor. Benden daha cesur. Ben derme çatma büfenin coco cola şemsiyesi altında izliyorum olanı biteni. Belki de hep yaptığım gibi.

Acele çıkılan yolculuklarda çoraplar ve kitaplar unutulur esasına yine uymuşum. Elimdeki otogardan aldığım 'kişisel gelişim' kitabı bulunabilineceğin en iyisi. Masada göstermelik mutluluk objesi mobilyaların dergisi 'Evim'. Zamanı gelmiş, karıştırmak lazımmış. Çantamda tepesindeki kağıdı hala çıkarılmadan birbirine yapışık duran yeni çoraplarım. Kitap başarmanın sırlarını veriyor, dergi misafirleri mutlu etmenin yollarını. İçlerinde en işe yararı çoraplarım. Hem sıcak tutuyorlar hem de çok kalın değiller.

Benim gözüm köpekte. Köpeğin gözü dalagalarda. İkimizde o an orda olmanın ve orda olmanın hakkını vermenin derdindeyiz. Onun başarı stratejisi yok hayatta. Bizimkine benzer hayvani gelişim kitapları yok. Evi de yok köpeğin. Kışın güneşin konuştuğu, yazın gölgenin sustuğu her yer onun yuvası. İhtiyacı yok diğer köpeklerden bir adım önde olma bilgisine veya diğer köpeklerin hayran olduğu bir dekordan ibaret sanılan yuvaya. Köpeğin gözü dalgada. Köpek anda. Güneşi ve yağmuru var köpeğin. Islanma ve kuruma keyfi. Tüm evren köpeğin evi ve hiç birşey köpek bu evrende. Bu evrende bir hiç ve benim olmak istediğim tek şey köpek o anda.

Yuva