26 Ağustos 2009 Çarşamba

Çivi

Bembeyaz duvarın ortasına çakılmış bir çivi. Orta boy. Sağlamından. Çakıldığı noktayı ezip geçmemiş. Usulca zedelemeden duvarı kendini kabul ettirmiş de duruyor dimdik. Lakin neden çakıldığını bilmeyen her çivi gibi o da biraz huysuz bu aralar. Kafası karışıyor sık sık. Sağa bakıyor bir ekmek torbasını sırtlamış arkadaşı sola bakıyor varaklı bir ayna berikinin boynunda. Kimisi birden onikiye bölünmesini sırtlamış zamanın kimisiyse paslı tırnak makası ile çok daha dingin ve keyifli.

Ya ben diyor bembeyaz duvarın ortasındaki çivi -ki her çiviye kendi durduğu yer orta gelir uzakları göremediği için- ben ne taşımaya geldim hayata. Nedir doğru yük? Bir aile tablosu, anne baba çocuklar yüzlerinde gülücükler ve hatta annenin karnında yeni doğacak velet? Bir diploma veya başarı belgesi, peşpeşe iliştirilmiş mağrur gururlu italik aferinler? Siyah beyaz bir fotoğraf, kadrajda çakır keyif bir hatun ayağında ankara soğuğuna çare koca botlar? Bir İstanbul manzarası, bu sefer hatun ayıkken de keyifli lakin sanki daha bi yorgun? Yoksa koca bir tabloyu mu asmalı boynuna içinde bütün bu tablolar?

Çivilerin bilmesi gereken her yükün anlamlılığı mı, tüm yükün aynı anda taşınması şartı mı yoksa yük almadan yalın sakin durmak mı duvarda?

Şaşkın biçare çivi ağladı. Onu bu duvara çakan çekice bana bir akıl ver diye yakardı, yattı rüyaya. Gezindi rüyasında duvarlar arasında, koştu hatta çivi. Sonra çekiç göründü sisli karanlık ormanın ortasında ve 'sakin ol' dedi. 'Olur, olması gereken olur'.

Günler geçti, aylar geçti, sakin suskun durdu çivi. Ve o gün geldi onu oraya uygun gören çekiç yanına bir çiviyi iliştiriverdi. Gerdi üstlerine bir raf ve al buyur dedi. Ne istersen yerleştir hadi. Çivi ne mi yerleştirdi? Hiç birini. Olur dedi, yerleşmesi gereken yerleşir zamanla.

İyi bir öğrenciydi çivi...

18 Ağustos 2009 Salı

Ketılın gönlünü almak

Sinbom, haklısın... Ben yılgınca kapıdan çıkarken 'kıymeti bilinmez ketılların' dedin duydum. Geriye dönüp bakmadıysam kıymet bilmezliğimden değil had bilirliğimden sinbom...Utandım da bakamadım, suçlandım da konuşmadım.

Farkındayım gecenin bir vakti çalışmak istemediğinden, çok geç oldu malum. Ve evet farkındayım kesiksiz uykular senin de hakkın. Biliyorum gerikafalı tenceredense az mesai bol itibar senin layığın bu mutfakta. Ki sen şen sofraların başına dahi konmuyorsun biliyorum.

Ama sinbom inan yerin de bende çok başka. Sen sanıyor musun ki benim kendime en yakın bildiğim o şişkin düdüklü veya narin nazenin kadeh. Benim biriciğim sensin sinbom... Benim kıymetlim sensin. Hani geçen çarşamba, hatırla bak... Dolu gözler ve boş kupayla nasıl geldim yamacına. Yine şişti içim doldu gözüm. Yine sendin kahveme can veren. Evet devrilip yattım sonrasında da sinbom, sen de beni anla. Kolay değil gözünle sana dönük sırtını görmek. Bir gün insan olursan anlarsın. Gözlerin yuvalarından çıkıcak gibi oluor. Ürkekçe vuruyorsun kendi sırtına da dönen olmuyor sinbom. İnan kolay olmuyor...

Sinbom, içi sıcacık değil herkesin senin gibi. Buz gibi soğuk sert kaynıyor kimilerinin içleri. Kaynayıp dökülüp yeniden serin sulara kavuşamıyor her ruh. Çocukluk denir bizde ısınıyorsun usul usul, ergenlik geldi mi kaynıyorsun. Bir de bakıyorsun duramıyorsun sinbom, atmıyor düğmen. Bütün alaca ışığıyla yanıyor o da kuruyorsun. Düğmenin zamanında attığı bizim gibilerde çok ileri versiyonlarda oluyor. Öyle havalı tefal insanlarda bile atmaz o düğme kolay kolay. Şişinmelerine bakma sen sinbom.

Sinbom bugün de doldurduysam içini ağzına kadar ve beş kere basıp düğmene dördünde hiçbirşey yapmadıysam kadir kıymet bilmezliğimden değil inan. İster düğmen bozuk de, ister yok ki düğmen, ister sen basıyorsun kendi düğmene durmadan da atamıyor de, sen istemedin sönmeyi de hatta, haklısın. Ama sinbom bil ki sen benim için en kral tefalden çok daha alasın...

7 Ağustos 2009 Cuma

Çin çayı ve Kola

Ruhları kola asidinde
gün boyu ekşimeye bırakılmış kadınlar
akşam evlerine gidip
Çin çayı demler oldular
Fonda icap eden mistik bir müzik
Ve çözmeye çalıştılar
hayatın anlamını
anlamlarını
Çay mı demini almamıştı
müzik mi çok kısıktı bilinmez
asitte yanmaya devam etti ruhları
Uyudular
Sabah, onları bekleyen aside
bir güzel makyaj yaptılar
Çin çayını da üst rafa
mısır patlatmanın yanına
küskünce koydular
...

6 Ağustos 2009 Perşembe

Sus

Şiişşşşşt...Sus... Sus ki hata yapma. Sus ki yoruma açık olsun her şeyin. Sen uğraşma. Suskunluğunu yorsun birileri birşeylere. Sonra başka bi susuşunda bu sefer farklı sustu diye dönsün başka şeye yorsunlar. Kim demiş edilgen değil etken olmaktır esas diye. Sen sessizliğinle yönet herşeyi. Öyle edilgen ol ki farkına varmadan senin yapmadıklarını anlamaktan başka bir şey olmasın yaptıkları etkenlerin. Hala da yapan tarafım diye etken sansınlar kendilerini.

Sen sus, başka nefesler tükensin muhabbetlerde, sen sözü merak edilen ol. Sus ki hep, başkaları susma özgürlüğüne sahip olamasın hiç, kelimeleri tükensin.Ki tükenmesidir kişinin kendisinin kelimelerinin tükenmesi. Bak son kelimelerimdi bitti. Ben de sustum. Şiişşşşşşt...

4 Ağustos 2009 Salı

Kaş hatırası

Ben ister başlayım bir şeylere, ister bitireyim herşeyi, ister çok olayım ister yok, Kaş’ta, derinlerinde denizin, gördüğüm turuncu çizgili tombul balık yine aynı rotada ilerleyip yine aynı kayalıklarda dinlenecek. Yine aynı şeyler girecek midesine. Huzurundan hiç bir şey eksilmeyecek, kaygısından da öyle. Benim küçücük dünyam onun küçücük dünyasına yaptığı anlık misafirliğiyle kalacak ve bilecek sınırını. Büyüttüğüm başımı döndüren dünyam değiştrmeyecek turuncu çizgili tombul balığın aklından geçenleri ve yine aynı kuytuya sığınacak küçümen gövdesi. Ama çok şey değiştirecek onu düşünmek bana. Hiçliğimi öğretecek. Öğretip haddimi sudaki süzülüşü, azad edecek beni karadaki dev aynalarından… Karada kum tanesi, suda su zerresi olduğumu gösterecek. Özgürlüğüm gelecek sonra bana geri, üstünde yosun kokusu…

Kolye kopcasi

Arsız ve hüzünbaz kolye kopçası. Kendini zincirin ucunda sallanan değerli taş sanır. İnatla gelir gerdana ve inatla taşınırlar arkalara, saçların kuytusuna. Kısır döngü döner de döner kopça kopana oyun bitene kadar.

Onun da ruhu bir kolye kopçası. İnsanlığa sunulan nadide güzellik sanıp kendini akmak ister hayatın gerdanına. Aksın ki herkes görsün, herkes konuşsun. Parlasın güneşte, lüks salonların aynalarında yansısın. Oysa hayatın zincirinde itinayla taşınan bir kadın olmamıştır asla. Keza bir erkek de. Başka birşeydir hayat. Hiç bir can diğerlerinin arasında parlayan olamaz. Diğerlerinden değerli olup ağırdan satılamaz. İnsanlar sadece güzelliğin ışıması için halkayı tamamlayan kopçalardır ve çok anlamlılardır bu halleriyle. Ama işte kimilerinin kör gözü hep daha yüksekte.

15Mayis2009

Geçen sene 15 mayısta yazdıklarımı okudum. Sanırım anlatacak yine çok şey var. Artık yaş 26. Kulağa fena gelmiyor. Ama dışardan koklanmıyor ki bu yaş dediğim şey. Yaşlar kavunlardan çok farklı. Uğraşa uğraşa içine girip bakmak tanımak anlamak gerekiyor. Tadını güzel hayalliyorum 26ının. Tercihim kaşıkla yenebilecek kadar yumuşak, bal gibi tatlı olması. Sorun değil kabuklara doğru acıması. Ben çoğunluğuna bakarım yaş dediğinin. Zaten kavunda da öyle yaparım.
Kendimi geçen seneye göre çok daha ‘iyi tanımlı’ hissediyorum. Kafam daha net. Olmazsa olmazlarım ve olmasa da olurlarım çok daha ayrık birbirinden. İşim daha kolay bu anlamda. Kendime içten içe bir aferin demiyor değilim. Katettiğim yolları görebiliyorum artık. Aferinime gidiyor bir diğer aferin de.
Halledemediğim şeyler yok değil. İlerde de halledebilir miyim bilemiyorum. Ama önemli bir fark var; halletmem şart yanılgısını hallettim gibi. Halletsem güzel olur tabi ama hayatın mutluluk hedefli bir optimizasyon süreci olmadığını kavrar gibiyim. Halletme zorunluluğunu eskisi kadar hissetmiyorum üstümde.
Hem artık japonlarım var. Yalpalaya yalpalaya yüzmeleri hayatımı kolaylaştırıyor. Bir de masamda tepesi kırmızı şapkalı kaktüsüm. Aşkın yüzen ve saksıya gömülü hallerini tanıyorum onlarda.
Herkese ve herşeye, bana şeklimi veren her acı tatlı anıya binlerce şükür. Bakalım 26 nelere küfrettirir nelere şükrettirir? Bekliyorum...

Fasulye ve bit

Hakkımda çok umutları yoktu insanların
Ben on beşimdeydim.
Onlarsa beşleri yuvarlayalı çok olmuştu.
Yine de onbeşin pamuktan dağı
Çok daha tepede tutardı beni onlardan
Kafalarındaki bitleri görürdüm sanki.
Büyüdükçe ben
Pamuğuma yağmurlar yağdı
Ve iniverdim yanlarına
Buna iyileşme deniyordu
Veya büyüme
Bense onlardan bana sıçramasından korkuyordum bitlerin...
Ve çok korktum bir daha
Yanılsama da olsa
Yükseklere erişememekten...
Şimdi yirmi beşimde
Görüyorum ki anneannem
Gider ayak fasulye koymuş pamuğuma
Onun yapraklarında
Tekrar göklerde
Ve bu sefer bitleri görmeyecek kadar genişlikte yüreğim...
Hüznüme teşekkür ederim...

15Mayis2008

Yine ondördünü onbeşine bağlayan gece. Aylardan mayıs. Aynı hüzün. Burukluğum yine her zamanki tadında. Nedendir diye düşündüğüm ancak son on 15 mayısta bulamadığım cevabın peşindeyim yine ve yine yazıyorum. Sanal harflerle gerçek hüzünleri yakalamanın keyfi, kağıt kalem kokusuyla yazdıklarımdan daha bir farklı geliyor. Harflerde elimin yamukluğunu, heyecanımın bozukluğunu görememek garipsetiyor. Yabancı kelimeler gibi bunlar. Ama yine de dokunduğum bir beyazı kirletmeyip monitörün ışığında gözümü kırpmayı tercih ediyorum.
Kafamda sayıları birbirine eşit olmayan sorular ve cevaplar var. Bir 15 mayıs klasiği. Yine bir soruya karşılık gelen onlarca cevaba bakıp tek bir cevapla aydınlanmasını diliyorum onlarca sorumun. Öylesine istediğim bir cevap ki bu pastamın üstündeki her muma onu üflüyorum.
Son güne ödemesini bırakmış bir mükellef gibi ödemem gereken vergi için kuyruktayım sanki. Hep son güne bıraktığım hayata özen ödemeleri. Sırayı sabırsızlıkla beklerken ceplerimin boş olup olmadığını bilmiyorum. Ellerimi ceplerime sokmak hala fazla cesurca geliyor. Keyifli bir tesadüfle aynı gün doğduğum ablamın benim önümde olması rahatlatıyor beni. Onun suratında şişkin bir cebin huzurunu görmek isteyerek bakıyorum. Oysa yüzünde yansımam var sanki. Acı bir keyif alıyorum.
Bu sefer yaşım gözümde daha da büyük. Yirmi beş! Geçen seneki yaşımdan onlarca sene sonrası gibi. Hayalini kurduğum yaşlarda ve hayalini kurmadığım bir hayatta olduğumdan mıdır bilmem yaşım rahatsız ediyor beni. Oysa ki 15imde olsam mesela, kurduğum her hayal için küçük olan yaşımda bolca alan olcak planlarıma. Ama şimdi bir çok hayalim için büyük olduğumu görüyor ve hüzünleniyorum. Hayal üretemiyorum. Ben büyürken güncellenmeyen hayal gücüme hayıflanıyorum.Yabancılaşıyorum kendime. Başka birilerinin hayalleriyle karıştı sanki kafam da ve ben de böyle bir 25te buldum kendimi.
Herşeye rağmen hayallerime yakışan hatta onları da aşan şeyler de var diyorum hayatımda. İnkar edemem. Her karanlıkta olduğu gibi uçuşan ışık hüzmeleri. Bunca süslü cümleli arabeskin tadını keyifli yeşilcam filmelerine yaklaştıranlar var. Yanımdakiler, yakınımdakiler. Dilimi çözen ve hatta baba ocağına sığınır gibi şefkatine sığınabildiğim insanlar. Bilirim çok konuşur ama az özümü anlatabilirim ben. Kurduğum cümleler hep teğet geçer kendime. İşte benim laf kalabalıklarımın ötesindekileri duyabilenler için hissettiğim şükran, gecenin bir yarısı içimi aydınlatmaya yetiyor. Şu koca dünyada milyonlarca insanın arasında beni çok daha yumuşak bir sedire özenle koyuyor. Onların hepsiyle anneannemin bağında olmayı diliyorum şu an. Bu yaşıma da sığıyor ölüleri partimeçağırmak. Beraber kiraz yiyor dedesakalı topluyoruz. Daha bir sürü kişi var gelmeyen. Malum köy yolu, yollar bozuk ya ondandır gecikmeleri diyorum. Sırayla Murathan ve Milan geliyor. Binbir özür gecikme için. Şımarıkça önemi yok diyorum. Daha niceleri çıkıyor asırlık gibi görünen köy otobüsünden; Leman, Elvis Presley, Kadriye yenge ve torunları, Edibe teyze, Tarkan , Aysel teyzem, Doğa, mahallemde oturan ama adını bilmediğim tombalak tosunum daha kimler kimler… Bir an herkese ikram yetecek mi diye kaygı etsem de, annem anneannem ve ablam var ya diyorum içimden. Onların el attığı partide sorunlara yer olmaz ne de olsa. Keyfim yerinde elimde Mocha’m (soğuk, az karamelli) açık büfeye doğru seyirtiyorum…

Kurabiye

Patlıcanları pijama şeklinde soymaya tereddüt ettim. Türlüm istedim ki renkli renkli olsun. Sonra yüzyıllardır yapılan usule yeni yaklaşım getirmek benim neyime diyip canım rengi, ki o sebzenin rengine boyar nice güzel hatunlar saçını, harcayıp boz rengi çıkardım alttan. Patatesler sabırsızlığımı simgeledi küçük küçük. Maksat çabuk pişsin.

Ve dedim neden türlü şimdi? Herhangi bir tatil gününde, böylesine karaborsayken boşluk, neden türlü? Ve iki cevap buldum. Birincisi evde çeşit çeşit sebze vardı ve çürürse yazıktı. İkincisi ben mutlu bir ev hanımının kızıydım. Mutluluğun koduna türlü işlenmişti bir kere beynimde. Türlüsüz eksikti benim mutluluğum. Asiliğe gerek yoktu ve ben de patlıcan soymalıydım keyiflenmek için.

Evcilik oynar gibi mutfakta bir de dedim, bir de babannemin S kurabiyesi. Yıllarca bayıla bayıla yediğim, çayın en iyi mezesi o müthiş S kurabiyesi. Ama hiçbir fikrim yoktu nasıl yapıldığına dair. Aman dedim, sağ kolum google. Ama google dostum habersizdi muhtemelen babannemden ve yazdığımda “babannemin S kurabiyesi” diye gülebilirdi bana. Kibirli ya hani biraz da anlatır dururdu kendi doğrularını. Sonra eskinin şefkatli google’ı annemde aradım tarifi. Bir iki kelimeyle en doğru yanıtı döndü annem. Canım annemdi benim, süp-perdi.

Kurabiye hamuru yoğurmak bilgece bi işmiş aslında. Çok şey geliyor insanın aklına. Hayatta onu yoğuran herşey kurabiye hamurunda vücut buluyor, ellerinde şekilleniyor. Şekli oturmamış herşey bir boya getirilip yuvarlanıyor iki avuç arasında. Ben benimkileri S yapmak istedim ama olmadı, neyse yuvarlak da iyiydi.

Beynim yanyana hücrelerde tutuyormuş S kurabiyesi ve tuzlu halkayı. S olamamış yuvarlak kurabiyelerim pişmeye yakın dürttü yanındakini enfes kokusuyla ve babannemle anneannem çay içiverdi gözümün önünde. Babannem gelmiş anneanneme, elinde kurabiyesiyle. Anneannem de tuzlu halkasını pişirmiş ateşte. Ben de yanlarındayım. Çamurdan kurabiyeler yapıyorum. En lezizini ben yapıyorum aramızda. Öyle diyorlar.

Şimdi almak vardı tarifi anneannemden. Gülüşünü duymak vardı sen nelere kalkıştın diye. Yasmin Levy’de özlemiş anneannemi. Söyleyişinden belli. O ağlamaklı ben ağlamaklı. Artık çay zamanı. Çay içip elimde kalan gülüşü duyabilmek için babannemi aramalı. Bi de neden S olamamış kurabiyem onu sormalı.

Keder teyze

Hayatta başına güzel şeyler gelmiyorsa getirtmelisin. Çağırmalısın. Bunu kavgayla da yapmak mümkün sakin bir ısrarla da. Tek bildiğim küskünlükle yapılamayacağı. Veya küsgünlüğe dağdan dönecek cevabın tavşanın ömrüne yetmeyebileceği.
Nasıl bir hayatsa benimki, birileri bana ulaş demiş. Hatta sana da demiş değil mi? Ve sanki boynumuza bağlı sopanın ucundaki başarıya koşturup duruyoruz. Sopa hep bir adım önde. Üstünde bütün haşmetiyle babalar, ilk okul öğretmenleri ve niceleri...Ben hep terli. Manzara hep hızlı geçiyor yanımdan. Detayları görmek için şahin gözü lazım. Ki bende yok. Sen de var mı? Kaç tane? Bana da düşer mi?
Yavaşlamaya dair yaptığım tek şey hızlı hızlı okumak kitapları yavaşlık üzerine. İçer gibi kana kana. Nasıl güzel anlatıyorlar, nasıl ikna edici, nasıl öğretici anlatamam. Ama o kadar işte. Hani demişler ya, anlatılan dinleyenin anladığıyla sınırlı. O hesap işte. Okuyor, anlıyor, saygı duyuyor ve içselleştiremiyorum. Kocaman bir aferin.
Okuduklarım sadece çay molalarında satmak için mi diye kederleniyorum sonra. Keder pek tanıdık bana. Sık görüşür, pek sevişiriz. Gelmese diye gözünün damarına baktığım, ama kendisine vefa borcum çok olan yaşlı komşu teyzem gibidir keder. Evet çok şey öğrendim ondan ama, biraz daha genç işi olsa komşularım, kısır yiyip kikirdesek, erkeklere küfretsek, çula çaputa para bağlasak beraber...Ah ne rahatlarım...
Neyse gelsin teyzem, başımın üstünde yeri var. Her zamanki gibi sohbeti uzun tutmasam, yani anlamaya çalışmasam pek, öyle derin derin deşmesem onu dinlemesem, erken kalkar mı acaba? Yahu hiç mi ocakta yemeği olmaz bu kadının? Hep fastfood mu yer bu gitmeyi bilmez ağır kanlı hatun. Belli ama oturdu mu göğsüme nefes aldırmıyor. Kaç çektiğini Allah bilir. Madem gelecek böyle sık sık, mevzumuz farklı olsa bari. Hep mi telaşımdır konu, hep mi lise serüvenlerim, hep mi sorgulamak zorunda yorgunluklarımı. Ya bi kere de başka şeyden şikayet et bari. Gündemini değiştir. Gerçi benim mi değişmem gerekiyor onun için? Yani kadın hep benden bahsediyorsa ve fazlaca kabak tadı verdiyse muhabbeti, iş bana mı düşer acaba? Hiç de iş alacak hal yok aksi gibi. Yine de önümde fazla seçenek yok. Muhabbetin değişmesi için benim değişmem şart. En azından başka şeylere dertlensem içerik değişse o bile işe yarar gibi. Bir de diyet lazım bu hatuna. Yani gelecekse hep ve baş köşe olarak seçtiği yer misafirhanemde, hep göğüs kafesim olacaksa başka yolu yok. Taze ve hafif şeyler yedirmeli. İtinayla beslemeli. Az az sık sık gelsin de ben onu kolay yoldan besleyip hafifleteyim. Acaba yolu bu olabilir mi? Yani sık sık çağırıp onu mavi-yeşil kararlarla beslesem zayiıflar mı acaba? Kim bilir zayıflar da uçuverir semaya. Konsa da kuş tüyü gibi okşar gider. Kim bilir? Kim mi bilir? Ben mi?...

Keyif

Keyif seni çok farklı hallerde bulabilir. Mekan zaman ayarlamaya çalışmak anlamsız. Mekanik bir sesle başlamış olabilirsin güne. Annenin sesinin seni hazır kahvaltıya uyandırdığı günler çoktan geçmiş olabilir. Gece tükenerek izlediğin bininci dizinin binbirinci bölümün kahramanları tüm gece çevrelemiş olabilir seni. Gökyüzünde süzüldüğün rüyalar için fazlaca dolu olabilir beynin. Ve böyle bir gecenin sabahında dolmuşun pis ve soğuk camında yastığının kıvrımlarını biçare arayarak varabilirsin işe. Sonra ne mi olur. Hiçbirşey. Farklı hiçbirşey. Yine çalışırsın. Belki biraz haz belki sadece sorumluluk bilinciyle. Veya ürettiğin reflüne inat gün boyunca içtiğin çayların çişi olabilir. Gücün sadece bu verime yetebilir. Olabilir yani, gerçekten olabilir.

Akşama işin yoktur. Ama kimseninde senle işi yoktur. Vitrin camlarında kendini görmekten tiksindiğin için ve yanına senin gibi vitrin camlarından tiksinen bir yoldaş bulamdığın için tek başına oturabilirsin evinde. Evin kuvvetle muhtemel pis olabilir. Kafanın dağınıklığı odanda yansıyor olabilir. Evdeki balığın için otamatik yemleme makinasından farksız olabilirsin. Sevmeyebilir seni. Ve sende bu detaya hüzünleniyor olabilirsin.

Ama işte olur bazen. Patron kendi tatil planlarını yaparken sana iş planı çıkartmıştır. Sen google mapten baktığın denizin karşısında kahveni içerken alt tabla bir işe geçip bir hayallere hala da keyiflenebilirsin. Belki tuz ve yosun kokan denizin karşısındakilerden bile çok. Olur bazen. Nedenini bilmezsin. Kafanı kaldırıp neye olduğunu bilemeden teşekkür edersin.

Yuva