15 Aralık 2020 Salı

Yuva

Annemle anneanneme gittigimiz gunlerden biri. Anneannemin Has Evler'deki evine giden yolda kucuk merdivenli evin onundeyiz. Montlarimiz renkli, sapkalari kafamizda. Hava soguk ama oyle kesmiyor yuzumuzu. Annemin ustunde gri kabani. Birazdan anneannemin sobali salonunda olacagiz. Guzel seyler yiyip ayaklarimizi isitacagiz ve yetiskinlerin sohbetini dinleyecegiz. O donemler yetiskinlerin cocuklarla oynadigi caglar degil, bizim eglencemiz onlari dinlemek. Su an en ozledigim sey de sanirim bu detay cocukluguma dair.


Bu nasil da huzunlu bir ani benim icin. Aglayasim geliyor. Ve bir garip de rahatlik ve guven var. Her sey olmasi gerektigi gibi, her sey yolunda gibi. Acele yok, yetiskin telaslari yok. Belki cok yuksek nese de yok. Ama olani, oldugu kadari yine guzel.


Cok zorlaniyorum bu ara. Bir memleketten digerine goctuk ve simdi o hic gelmeyecegini sandigimiz gunler geldi. Donus vakti. Gelirken en cok hayalini kurdugum donemler bunlardi aslinda. Tabi neler yasayacagimi bilmiyordum. 


Benim icin goc ne halim varsa gormek oldu. Hem o beddua gibi soylendigi sekliyle hem de cumlenin gercek anlamiyla. Yani iyisi ve kotusuyle ve hatta tum sifatsizligiyla ne halim varsa gordugum bir deneyim. Topu topu iki yil. Ama ozgul agirligi oyle yuksek ki, lise donemlerim gibi hayatimin ustune koydugum her sey bir sure sonra oraya dusuyor. Onun egimine, cazibesine kapiliyor.


Yillar sonra bu zamanlari nasil anarim merak ediyorum. Ama su an diyebilirim ki calisma odama gunes vuruyor, Nancy'lerin eski evinin bahcesindeki agac isil isil ve ictigim matcha cayi cok guzel. Ve cok ozluyorum. Sarip sarmalanmayi, gulmeyi, ailemi, arkadaslarimi bir cok seyi. Cok ozluyorum. Kollarimin yani sizliyor sanki, sivazlansa gececek.


Merak ediyorum liseden sonra universiteye gecerken ne hissetmistim acaba? Liseye giderkenki korkularimi hatirladim buraya gelirken ve yasadigim o dev sallantida gectim ustunden. Ama su donemim ve su anki beni koseye sikistiran seyler gecmisimdeki bir yere denk geliyor mu bilemiyorum. Belki evet belki hayir. 


Ne istiyorum, neye ihtiyac duyuyorum acaba diye soruyorum kendime. Sanki annem gelse, ablamlar filan. Toplasak esyalari, yeni evimize koysak. O ucaga beraber binsek. Bu evden beraber ciksak. Birileri elimi tutsa cok guzel olacak. Elimi tutacak o kisi Ali degil biliyorum, cunku o da benden iyi degil. Alin? Kusum simdilik hem burada olmaktan mutlu hem de donecek olmaktan. Hatta hep burada yasama fikrine cok da mesafeli. O sanki icimizdeki en esnek ve dolayisiyla guclu kisi. 


Ben neden boylesine uzgunum? Neden aglayasim var? Neden meditasyonlarda anneannemin evine gidiyorken buluyorum kendimi? Neden ilkokuldayim yine? Neyin ozlemi, neyin huznu bu? Bilemiyorum.


Gelecekteki kendim, her ne yaptiysan da bilki onu yapmadan once cok yoruldun, zorlandin. Ne yaptiysan hakkim sana helal olsun. Sen neredeysen, her kimleysen de dilerim o anin tadini cikariyorsundur. Dilerim o tutundugun huzunlu anilarinin yanina yenileri taptazeleri gelmistir. Dilerim sen tum yargilarindan, korkularindan ozgursundur. Dilerim yuregin yerine oturmustur, yuvani bulmussundur.

3 Mayıs 2020 Pazar

Babannemi özlerken


Zili çalıyorum. Sağ elimde bir kilo dondurma, sol elim zilin altında havada asili kalmış, kapı eşiğindeki babamın eski ayakkabılarına takılıyor gözüm. Siz bilmezsiniz bu benim babaannemin güvenlik sistemi. Buralarda kadın olmak diye geçiyor aklımdan, bazen tozlu eski bir ayakkabıdan medet ummaya denk gelir.

Ben kapının dışında beklerken içeride onun adımlarını an be an gözümde canlandırabiliyorum. Somyanın pencereye yakın kenarından usulca kalktı. Tespihini somyaya bıraktı. Koridordan geçerken kendine has çevik ama usul yürüdü. Biraz sağa sola sallanarak. Ve iste geldi. Eli tokmakta.

Merhaba babanneeeeee! Ben geldiiiiim.  

Ahh ne güzel gülüyor bu kadin. Hosgeldiiin diyor. Gözleri parladı. Birinin sizi görünce sevindiğine tanık olmak gibisi var mi? Bundan daha ayrıcalıklı hissettireni? Ayakkabılarımı arkalarını  diğerinin burnuyla eze eze çıkarıveriyorum. Oyyh ne sıcak yaa. Ama dondurma aldım babannis serinleriz. Serinleriz ya diyor. Sever dondurmayı, bana ayrı ona ayrı seviniyor. Oturma odasına geçiyoruz. Somyanın kenarında ondan kalma göçük hala sahibini bekliyor. Babaannem diğer uca yerleşiyor ama. Yanına ilişiyorum. Napiyordun diyorum gözüm göçükte. Napayim anam, tespih çekiyordum diyor. Ya babaanne biliyor musun bak senin gibi böyle uzun uzun hiç bir şey yapmadan camdan bakabilmek için insanlar kursa gidiyor diyorum. Para veriyorlar bir sürü. Ciddiyetimi tartan gözlerle bakıp gülüyor. Get canim diyor. Valla bak diyorum, ben de gittim geçen sene. Adi mindfulness filan falan oluyor. Anda kalmak deniyor. Çok trend. Dediklerim deli saçması geliyor. Ama bana saçmalamayı yakıştırmaz, kıyamaz. Gülüp geçiyor. Ahh bu kadın ne güzel gülüp geçiyor!

Ya bak ne dicem, dondurma öncesi bi cay demliyim mi, içtin mi sen diyorum. Yok diyor, demle valla, iyi olur. Ama diyorum boş boş olmaz. Bi kek patlatalım mi diyorum. Neşem hoşuna gidiyor. E yap anaam, yapacaksan diyor. Evimizde her şeyimiz var. Babaanneme göre babaannemin her şeyi hep olur. Evi hep bereketli, dolabı yiyecek günü şükür dolu.

Önlü arkalı mutfağa geçiyoruz. Dur diyorum, banyoda elimi yıkayıp geliyorum. Ben gelinceye kadar babaannem kabı malzemeyi çıkarmaya başlamış. Ne eli çabuk kadın. Nasıl da benziyoruz. Ahh bayılıyorum. Babaanne diyorum, yumurtayla şekeri çırparken. Sen her isi becerirsin, manti açan baklava yapan kadınsın. Neden kek bilmezsin ki, ne garip diyorum. Sıra zeytinyağında. Bir su bardağından bir iki parmak eksik yağı kaba boca ediyorum. Ne bileyim anam diyor. Kek de çok yağ yiyor. Yazzik anaam diyor. Şaşırıyorum, yağın bir ekonomik değeri olduğu aklıma bile gelmemiş öncesinde. Doğru diyorsun aslında diyorum boş boş. Bizim aklimiz yeni yeni ererken çoktan yaşlanmış olan insanların tanıklık etmediğimiz ne koca bir tarihi var. Orada bizim bilmediğimiz neler neler var. Ve biz šu dünya tarihinde bize ayrılmış sürenin en özgül ağırlığı yüksek, en mühim zaman dilimi olduğuna nasıl da eminiz. Nasıl da sefiliz. Ne öncesi var, ne de sonrası olacakmış gibi yaşamak bizde nasıl ve neden huy oldu? Ahh kadının yağı da kalmadı, babama desem de gelirken alsa diye geçiriyorum içimden. Hem biten yağdan, hem de bilmediğim bir koca tarihten mahcup.

Tüm malzemeler karıştığında çoktan tespihine dönmüş babaannemi çağırıyorum. Onun fırını benim anlamama imkan yok. Hallediveriyor. Dev metal ekmekliğe takiliyor gözüm. Babaannemden sonra, keşke bana kalsa diye geçiyor içimden. İçim sıkışıyor birden. Ama düşünmeden de edemiyorum. Bir koca ailenin yıllarca sofrasına konuk oldu. Bizim aile tarihimizi bir şey temsil ediyorsa o da bu ekmeklik diye düşünüyorum. Yine de babaannemden sonrasını düşündüğüme bunalıyorum. Çay diye ünlüyorum, demliyim mi? Az dur da diyor birazdan demlersin. Kek pişinceye kadar acımasın.  İste benim babaannem diyorum. Optimizasyonu biz üniversitede öğrenmedik koçum!

Oturma odasına geçiyoruz. Eee babaanne, dedemi anlatmadın bu gelişimde diyorum. Gülüyor, nesini anlatayım anam diyor. Böyle böyle başlıyoruz sohbete. Bu kadın ne güzel seviyor. Ahh bu kadın ne güzel gülüyor.

Kek koktu, çayın altı kaynadı ve kapı çaldı. Harika zamanlama. Tabi ki babam. Kapıyı ben açınca çocuk gibi seviniyor. Babaannemi ziyaret ettiğime çok memnun. O çocuksu sevinci içimde bir dünya duyguyu canlandırıyor, en çok da kendimden memnuniyet ve babama karşı şefkat. Bir annenin yükünü sırtlanmak ne demek o çok iyi biliyor. Ve ben bak bugün ben de varım diyebildiğimde nasıl da bayram çocuğuna dönüyor. Ne seviyorum babamı. Ahh nasıl kıyamıyorum ona.

Var ya, ne şanslı adamsın babisim diyorum. Çay hazır, kek hazır. Neşesi daha da yerine geliyor. Elini yıkamış giriyor içeri, babaannemin yanına. Naptin anne diyor. Napiyim anam diyor. Konuşturup duruyor bu kız beni. Gülüyorlar. Gülüyorum. Tepsi hazır. Servis yapıyorum. Ikindi güneşi odaya vuruyor. Bu sari ışıkta zaman uzuyor, derinleşiyor. Bizim artık akreple yelkovanla işimiz yok. Çayımız güzel, kekimiz bol yağlı, yumuşacık. Babaannem beni çok seviyor. Babaannem çok güzel seviyor. Değerlendirmeden, yargılamadan, ölçüp tartmadan. Öylece. Hesapsız. Ben de babaannemi çok seviyorum. Ayni onun beni sevdiği gibi. Keyifleniyoruz.

18 Nisan 2020 Cumartesi

Ormanda

Annemin kötüyü  çağırmayın  diyen sesi kulağımda  olmasa bu yazıya 'beni bu telaş öldürecek' diye başlardım. Ama yok,  korkarım.  Demiyorum oyle seyler, yekten giriyorum konuya.

Su ara biraz yorgun biriyim. Aslında belki de hepsi bu. Ama kalbimin ritmini her zamankinden daha iyi duydugum su günlerde üzülüyorum isin asli. Onun bu çırpınan halini görmek kanıma dokunuyor. İçimdeki bilmis bu diyor senin her şeyin dort dörtlük olmasını beklemenden. Eski hikayen. İstiyorsun ki dünyayı sacma sapan bir hastalık kaplasa da, her gun yuzlerce insan olse de, ayni anda bir suru isin altinda kalsan da kalbin usul usul, keyfile atsin. Oyle bi dunya yok kizim. Kimse icin olmadi. Senin icin de olmayacak.

Sonra cirkinlesiyor, biz diyor gerci seni onceden de bilirdik. Evet dunya yaniyor da inan rasyonel pek bi gerekcen yokken de atardi senin kalbin pirpir. Yani senin kalbin zaten pirpir atip dururdu, ustune pandemi denk geldi. Guluyor. Hadi gozun aydin, artik bi bahanen var!

Sevmiyorum bu sesi. Ben bi kere elimden geleni yapiyorum diyorum, duymuyor coktan bana olan ilgisini kaybetmis dalmis baska konulara. Kismis gozlerini, dikkat kesilmis. Görmüyor, ne yapsam görmüyor. Oysa basladigim yerde degilim. Ve bu bile biseydir. Bu ozunde cok seydir. Degil midir?

Ormana yürüyüşe gittik bugun. İçimi yine o kocaman duygular kapladi. Çok güçlü, yoran duygular. Sonra o duygulari yaşıyor olmanin ağzımda biraktigi o tatsız his. Karistim gittim. Ali'ye dedim. Sanki dedim, dunya cok guzel ve ben bi bok beceremiyorum, tadini cikaramiyor gibiyim. Tadim kaciyor bu hisle dedim. Geldin ya buradasin, zaten cikariyorsun tadini dedi. Net, tertemiz. Ben ne kadar calkalanirsam o sanki o kadar dingin. Yalan yok, sasirdigim kadar hayran da kaliyorum.

Bana o guzellikte yetmeyen ne bilemiyorum. Daha dogrusu fazla gelen. Orada sevdigim diger insanlarla olamamak zoruma gidiyor. O da olsaydi diyorum. Beraber baksaydik. Yani hani muhtesem bir haber almissiniz ama kimseye soylememeye yemin ettirilmissiniz ve icinizde havai fisekler patliyor gibi bir his. Havai fiseklerden cok da havai fisekleri izleyen yanim uzuyor beni. Bak diyor, ormandasin ve icin karmakarisik. Az da olsa icime coreklenen o rahatsizlik o rahatsizligi gorup begenmeyen yanimin devreye girmesiyle arkasina abisini almis ergen gibi uzerime cullaniyor. O abiyi hic sevmiyorum. Ama hep geliyor.

Belki de kendimi ormanda yürürken keyife biraktigim o anlara hic bir sey golge düşürmesin istiyorum. Benim golgeye mi tahammulum yok, kendimi golge disinda bir yere ait mi hissetmiyorum bilmiyorum. Ama bi golge var ve ben etrafinda dolaniyorum. Tek bildigim; layik oldugum tek sey o golge degil. Sanirim bunu icimdeki her hucreye soylemek istiyorum. Gölgelerinin olmasina varim. Tamam. Ama onsuz da olabilirsin, bunu hak ediyorsun. Herkes eder. Bunu bil, bana yeter. Evet her hucreme soylemek istedigim bu. Sonra orman zaten evrenin, benim degil. Ve ben herkes gibi o ormana misafirim. Herkes gibi. Bir saksagan icin orman neyse benim icin de o, o kadar. Bir saksagan ben bu guzelligi hakediyor muyum der mi hic? Demez. Yuvasini yapar, oter, ucar, konar gocer gider. Ben bu ara kuslara zaten bi ayri hayran kaliyorum. Boyle boyle ogreniyorum. Veya zamanin birinde bir yasli kadinin dedigi gibi; gidecek bir yer yok. Ogrenecek de. Boyleyiz, boyle hepsi bu.

4 Kasım 2019 Pazartesi

35+

Kim bilir kaç sene önce. Babaannemleyim. Elimizde nakış ipi, ikimiz de büyük gayret içindeyiz. O zamanlar babaannem bütün torunlarına havlu kenarı örerdi. Çeyizlik. Favori deseni üçgen dilimli olandı. Ama bana sıra geldiğinde ben daha yuvarlak şekilli başka bir model seçmiştim. Simdi de onu örmeyi öğrenmek istiyordum. Babaannem sabırlı kadindir. Hakkini yiyemem, çok uğraştı. Ama benim elimdeki sekil yuvarlak harici her şeye benzemeye başlayınca, kizim dedi. Sen oku. Çeyizi napcan sen, akıllı kizsin!

Hak verdim. Denemiştim, olmamıştı. Epey de ciddiye almış olmalıyım dediklerini ki ikinci doktora sonrası eğitimimdeyim an itibariyle. Ama, bu özünde keyifli anımla ilgili kafam karışık su ara. Mesela, su anki aklim olsa ne derdim babaanneme diye düşünmeden edemiyorum. Veya bir gün anneanne olsam torunuma ne derim? Böyle, böyle garip şeyler aklimi kurcalıyor.  Çünkü, çünkü sayın seyirciler ailenizin akıllı, çalışkan kızı biraz sıkıldı. Bir başka deyişle, her ne yapıyorsa ona yetmemeye veya fazla gelmeye başladı.

Sanıyorum benim jenerasyonum için kaçınılmaz bir donem bu içinden geçtiğim. Çünkü biz 80 donemi doğan akıllı, çalışkan çocukların parlak geleceklerinde finale yaklaştık. Çünkü bu gelecek tasviri hatırlarsanız iyi kariyere sahip olunca biter. Sonrası çocuğun hayal gücüne bırakılır ve fakat çocuğa o vakte kadar hayal kurmaması, dersini sıkı sıkı çalışması tembihlenir. Ziyadesiyle rasyonalite ile ehlîleştirilen beyinleri dur hele der, hele bir oraya gelelim. Sonrası, sonrasına bakarız!

Şimdi ben tam da oradayım sanıyorum. Sonrasında. Çocuklukta bana vaat edilen saygın bir isim, bana yeten bir gelirim var. Mutsuzum asla diyemem ama mutluluğumun kaynağını bu atiğim akıllı adımlar olarak açıklasam kendi zekama hakaret etmiş olabilirim.  Bilmiyorum su ara bana neler oluyor, belki biraz mevsim gecisi. Ama bir şeyler oluyor, eminim. Ya bana vaat edilen parlak gelecek için benden beklenen hemen her adimi atan biri olarak parlak simli şeyleri pek de sevmediğimi fark ettim. Veya ortada parlak pek de bir şeyin olmadığı gerçeğine aydım. Bilemiyorum. Çevreme bakıyorum da,  koca koca unvanlı adamlara kadınlara. Özünde herkes yaralı. Biraz içinde, biraz dışında oyunun. Tatsız. Yaralı olmakla ilgili hiç bir derdim yok, hepimiz öyleyiz ve öyle güzeliz. Ama tatsızlık fena. Sanırım en çok da ilerisi düşündürüyor beni. Benden önde giden birilerinden ilham almaya çok inanan biri olarak meslek hayatımda benden önde gidenlerden pek ilham aldığımı söyleyemem. Veya ilham aldığım yönlerinin onların meslek hayatları ile ilgili oldugunu.Yayin sayisi veya unvan heyecani taşımıyorum. Coşmuyor içim. Ürettiğim şeyi seviyorum ve yapıyorum. Ama sanırım, başka şeyler üretmek istersem buna iznim olsun, en çok da ben kendime bu izni verebileyim istiyorum.

Su ara hava 16:30'da kararıyor ve sonrası evde uzun kış akşamları. Örgüye başladım ben de. Baslarken de kendimi ne denli karikatürize ettiğimi fark ettim. Elinden pek bi is gelmeyen ama akıllı kız tanimimi önüme koydum. Üstüne bu ara babaanneme karşı hissettiğim büyük özlemi de ekledim ve bu anıya ve derken buralara geldim.

Sanırım, bugünkü aklim olsa babaanneme sunu derdim. Süreçten keyif alacak kadar öğrensem bana yeter babaanne, sonucunda değilim. Bana oyun olsun. Bende hep biraz oyun kalsın. Benim oyunlarım gelecekte bana yolumu buldursun. Değerlendirmeye tabi tutulmasın her yaptığım ve iyi ya da kotu yapmanın o şeyi yapmam gerekip gerekmediği hakkında bir yaptırımı olmasın. Oyun olsun o bana. Çocukça kalsın.


Ama çocuklar böyle cümleler kurmaz, kuramaz. Burası tamam ama peki yetişkinler kurar mi? Ben bu ara hava kararınca hep bunları düşünüyorum.





-->

21 Şubat 2019 Perşembe

Annemin kahkahası

Alin'e eşleştirme kartları aldım. Hani hafıza gerektirenlerden. Yüzüstü kapatır sonra sırayla ikişer ikişer açıp eşleştirmeye çalışırız ya, ondan. Bende yeri büyük. Oyunu çok sevdiğimden de değil. Annem birinde bunu oynarken çok eğlenmişti, sadece ondan. Bunun için sizi Yakar apartmanına davet ediyorum. Bi beş çayına.

Karşı komşularımız Şehnaz abla ve anneleri Fevziye teyze bizim çocukluğumuzun en yakın tanıklarındandır. 'Tanık' ne efsunlu kelime. Bazılarının çocukluğuna tanık olmak, mesela yeğenlerimin mesela dostlarımın çocuklarının bence hayatımın en ayrıcalıklı kısmı. İki insan arasında oluşabilecek onlarca ilişki türünün en kıymetlilerinden biri bence tanık ve çocuk arasında yaşanan çünkü. Düşünün mesela, o hemen hemen her gün gördüğünüz çocuk bundan 20 sene sonra bir terapist koltuğuna oturduğunda ya da bir manzaraya bakarken, hiç anlam veremediği halde utanç duygusuyla boğuşurken veya otoriteye neden hep boyun eğdiğini anlayamazken siz onun çocukluk yaralarını biliyor olacaksınız. Bu sizi onun yanında durup 'alan tutmak', sessizce dinlemek için en güvenli liman yapmayacak mı sizce de? Veya güzeli düşünelim. Şu hep gördüğünüz ve 2 yaş sendromundaki kız, genç bir kadın olduğunda öyle yaratıcı öyle cesur ve öyle rahat kaynaşacak ki hayata sizin aklınıza onun özgür, dingin çocuk odası gelecek. Sırf bunun için yaşlanmaya heves ediyorum. Çevremdeki çocuklara karşı pür dikkat kesilmem, benim nefesimi kesen kimine göre garip bu hevesim yüzünden işte. Ne zaman yürüdüklerini aklımda tutamıyorum ama neye ağladıkları neye güldükleri hepsi aklımda. Bu pek kıymetli hazinem biraz fazla geniş olduğu düşünülen hafızamda. Bence geniş bir hafızayı iyi kullanmanın en güzel yolu onu çocukların hikayeleri ile doldurmak. Bu hikayeler bir kişiyi 6 yaşında güldürür, 16'da sıkar ama 26'da cezbeder. Ve iddia ediyorum bu çocuklar 36 olduklarında ben çok beleşe yemek yerim.

Biri gelse size dese "sen 5 yaşındayken bebeklerine öyle şefkatli oynardın aksi davranana öyle sinirlenirdin ki şimdi bu anlattıkların bana hiç tuhaf gelmiyor". Çok güzel olmaz mı? Kendinizi amacını kaybetmiş hissederken biri size çocukluk hayallerinizi anlatsa? Siz ne isterdiniz 5 yaşındayken ve eğitimle tornalanmadan evvel en çok neyi merak ederdiniz anlatsa? İşte ben o anlatan olmanın hayalini kuruyorum. Kalbim eriyor.

Konuma dönersek, bir gün komşumuz Fevziye teyzenin evindeyiz ve her nasılsa Aysel teyzemin Hollanda'dan getirdiği ve o dönem bizim evde favori oyuncak olan eşleştirme kartları bizimle. Ve yine her nasılsa annemle Fevziye teyze oynamaya başladılar. Bu ne yazık ki sıradan bir olay değil bizim için. Sanıyorum bizim nesil için bile diyebilirim. Anneler oyun oynuyor. Neşe içinde. Annemin kahkahası kulaklarımda. Koca koca kadınlar çaktırmadan 3. ye 4.ye bakıp eşleştirebilme gayretinde. Oyunda kural filan kalmamış. Bundan olsa gerek neşe çoğalmış, kahkaha artmış. Annem doya doya gülüyor. Biz ablamlarla seyirciyiz. Sadece seyirci. Ama size yemin ederim bu benim çocukluğumun en güzel anılarından biri. İçimi hafifleten, yüzümü her daim güldürebilen çok tatlı çok biricik anım benim.

Bu anı aslında benim için okuduğum iyi ebeveynlik kitaplarının katıksız bir özeti. Hani siz iyileşin, çocuk zaten iyi olmaya niyetlidir diyen. Ve aklıma kazıdım. Kızıma verebileceğim en güzel anı benim kahkaham, neşem. Hayattan duyduğum haz. Kendimle olan ilişkimin sıcaklığı. Onu büyütürken, onunla yaşarken çok büyük keyif aldığımın onun aklına koca koca yerleşmesi. Gerisi kolay, gerisi teferruat.

Allah herkesin kulağına çınlayan bir anne kahkahası koysun, bu kahkaha herkesin hayatla kurduğu ilişkinin fon müziği olsun. Herkesin sustuğu, kelimelerin bittiği o bazı zor anlarda o kahkaha herkesin şifası olsun. Beni anneme ve ablamlara kavuştursun. Annem balkona masayı kursun, ablam kek yapsın, kardeşim çay demlesin ve ben geldim yetiştim diyeyim. Öyle tembel, öyle şımarık.


4 Şubat 2019 Pazartesi

Kızıma



Benim kuşum bugün İngiltere’deki okuluna başladı.

Bu benim ömrümde kurduğum en uzun cümle. Bu-benim-ömrümde-kurduğum-en-uzun-cümle…  Bilen biliyor. Cümle bittiğinde verdiğim nefes kim bilir ne zaman alınmıştı, hatırlamıyorum. Durup durmaktan sıkılmış, yorgun öylece çıktı gitti. Arkasına bile bakmadan. Tıpkı Alin gibi. Geri çağırdım, kuşum öpeyim de öyle git dedim. Beni eylemek için geldi, öptüm, gitti. Hevesli çocuk güzelliği üstünde girdi sınıfına. Nefesimi çağırmadım geri. Dedim git, artık vaktidir. Artık özgürsün. İşe yürürken içinden geçtiğim ormanda saldım onu. Yağmur yağıyordu, rüzgar güçlendi. Dağıttı onu ağaçların şefkatli serin kollarına. Evet o artık özgür. Hafif. Ben, artık ben bile hafifim.

Rüzgar saçımı başımı dağıtırken aklıma Alin doğmadan önce düşündüğüm şeyler geldi. Doğum denen şey neden böylesine uzun beklenir ve neden bu denli sancılı olur diye düşünmüştüm bir gün de, sonra demiştim. Ya öyle olmasaydı? Ya pat diye verselerdi onu koynuma? İlk aklıma düştüğünde anne olmak mesela, yanımda bitiverseydi. Anlamak zor değil aslında geçen o karmaşık süreci. Her hücrenin anlaması lazım. Artık bir şeyler değişiyor. Dönüşüyor ve sen buna hazırlanıyorsun. O yüzden lazım o dokuz ay. O yüzden lazım o sancı. Sen tüm benliğinle dönüşümü yaşayana kadar, her hücrenle hazır olana kadar sancıyacaksın evet, ama işte sonra hazırsın. Sonra o öncesindeki kadın değilsin ve bunu kabul etmek artık mümkün. Bugün de öyleydi. Yağan yağmur esen rüzgar benim için artık bir şeylerin değiştiğinin işareti oldu. Güç bela yürüdüm. Ağaçlarla konuştum. Ağlasam mı gülsem mi bilemedim. Onlar güldü, ben yürüdüm.

Bir anne kızın hikayesi doğumla başlar, evet. Ama bu yaşadıkları ilk ve son başlangıç değildir. Çünkü bazen anne baştan doğar. Bir yara kabuğu işlevini tamamlar düşer ve anne yaranın izi olmadan bakabilir kızına. Beni kimse hikayenin aynen devam edeceğine ikna edemez. O anne kızın hikayesi yeniden başlar. Kartlar baştan karılır. Hikaye artık hep yeniden başlayacağını bilir. Daha hafif. Dertlerle ağırlaşmadan, özgür ve çoşkulu.

Gerisi boş laf, özü şu; seni seviyorum güzel kızım. Seninle beraber büyümek hayatta başıma gelen en güzel şey. Veya düzeltiyorum; bu başıma öylece gelen bir şey değil. Seni büyütürken kendimi iyileştirebildiğim büyütebildiğim için kendimle gurur duyuyorum. Büyüyoruz kızım. Ve son olarak şunu diyeyim sana; hikayemizi çok büyük bir merakla hevesle okuyorum.





6 Aralık 2018 Perşembe

Üç valiz

Nasıl ağır zaman. Nasıl ahlaksız. Günü yaşarken öyle gri, öyle ağır kanırta kanırta üstümden geçerken uçuş tarihine bakınca nasıl da tez canlı, laf dinlemez, beş yaşında. Çok kafa karıştırıcı. 

Bir uçak gelecek, beni kızımı ve Ali’yi alıp götürecek. Valizde tarhana ve makalelerim. Zihnim 70’lerde köyünden hiç çıkmamış ama şimdi Almanya uçağında olan bir gelin kızın ve uluslararası projelerin toplantılarında rengini ortaya koymayı pek bi bilen akademisyenin zihinlerinin karması.

Şimdi bir uçak gelecek ve beni götürecek ya, aklıma ilk okuduğum kitapların başına düştüğüm notlar geliyor. Tarih, adım ve kitabı okuduğum şehir. Bu anlamına pek de inanmadığım alışkanlıklarımdan yalnızca biri. Hele şehrin adını not düşmem. Kütüphanemde kaç tane Ankara yazılı bilmiyorum. İki elin parmağı kadar Adana var, arada denk geliyorum. Sayfaları en eski kokanlar onlar. Yer yer Ereğli ve bir kaç tatil beldesi. Ama işte Ankara yakın geçmişimin toprağı. Ankara adım gibi kesin bilgi benim için. 

Tatiller dışında hep Ankara yazdı yüzü koyun koltuğa konmak ve üstüne yediğim içtiğim şeylerin dökülmesiyle yazarı kadar imzamı attığım kitapların üstünde.  Ama artık değişecek. Canterbury yazacak. Ne saçma. Ha, insanın aklına ilk bu mu gelir derseniz hakkınızdır. Ama canım kardeşim, insanın aklına ancak gücüne yeten şeyler geliyor. Dile döktüğümüz bir derdimizin olmaması çoğunlukla derdin değil onu gündeme taşıyacak, bilincin en orta yerine o derdi taşıyacak gücün yokluğuna işaret ediyor. Benim durumda da böyle işte. Konum kitaplarım. Sahi hala almadım, oysa en az 5 kitapla gideyim diye not aldım. Başka türlü nasıl yalnız kalınır bilmiyorum.

Şimdi bir uçak gelecek ve beni götürecek ya, aklıma en çok düşen kelime cüret. Cüret etmek. Bir kası var sanki insanın bedeninde gizli bir yerde. Cüret kası. Kimisi doğuştan güçlü. Kimisi için hayat onu geliştiriyor destekle, özenle. Şefkatli anne kolları, neşeli baba oyunları en doğru adres. Cürete sahipler için sahip oldukları şey kollarının olması kadar normal. Yani siz bir ortama girince kolunuzu masaya koyarsınız ya, onlar cüretini koyuyor aynı masaya. Bakmışsınız cüret topluyor tüm dikkatleri kendi üstüne. Hele ki altı doluysa masadaki serçeler için son belli. Tamam diyorlar öyle yapalım. Serçe yüzlerinde garip bir rahatlama ve yenilgi.

İşte eğer ki bu kası pek çalıştırmadıysanız, cüret kolu masaya koymak değil serçe olup aslana karşı durmak gibi görünüyor. Oysa belki gökleri soruyor size aslan. Siz de ona diyorsunuz ki keskin gözlerinle ne görüyorsan o tabi ki. Ben ne anlarım. Üzerinizde uzun uçuşunuzun tatlı yorgunluğu, kanatlarınızda bulutların kokusu evet diyorsunuz gökyüzü senin gördüğün şey. Küçücük bedenimle ne diyeyim senin dediğinin üstüne.

Kendimi serçe gibi gördüğüm ve bunun beni gökyüzü hakkında masallar yazabilecek güçte kıldığını fark etmem yenilerde oldu. Hatta 3 gün önce. Saat bile veririm size. Bazen öyle oluyor, bir kırılmayla hayatınızda bir rengin artık çok daha parlak olacağını anlıyorsunuz. Bu elbette hadi yırttınız demek olmuyor ama az şey de demek olmuyor. Size artık hayatınızdaki turuncu hamburgerci koltuğu rengi değil de Bozcaada’daki gün batımı renginde olacak desem az şey mi?

Şimdi göğsünde turuncunun en güzel tonunu taşıyan bir serçe olarak bineceğim ya ben o uçağa, aklıma gelen bir şey de döngü oluyor. Hayatın içine içine dönen, dönerken eski yollardan geçmeyen ama hep aynı yere varan ama vardığında hep farklı şeyler gördürten bir döngü. İlk evden çıktığımda 15’tim. Şimdi 35. Bu uçak kalkacak ya, en çok da 15’ime saygı duruşu bu. Kendime, emeğime, pek taze cüretime. Her şeyin artık pek de farklı oluşuna. Şimdi bunlar belki size gidecek 3 saatlik yola çalışacak bir sene amma tantana derdirtebilir. Diyin de. Haklı olduğunuz çok yer var. Ama ben de şöyle diyeyim size; bir ikindin güneşi sırtınıza vurup elinizdeki çayın rengini aleve boyarken, yıllardır oturduğunuz koltuğunuzun en rahat köşesini omuriliğinizden bilip en rahat şeklinizi almışken, birazdan yarın ve sonraki günler hakkında tahminleriniz varken ve bunlar yarın güneşin doğacağı bilgisi kadar cepteyken, kalk desem size, hadi kalk. Kalk, kalk, kalk. Üç valiz hakkın var. Doldur hayatını. Çoluğunu çocuğunu tepiştir yerleştir. Korkma, istikamet dünyanın en güzel ülkelerinden biri. Seni şanslı velet seni, hadi, bırak çayı oyalanma. Desem böyle. Evet, kalkarsınız. Sırtınıza vuran güneş boş koltuğu ısıtır ve siz o uçağa binersiniz. Bunların hepsi olur. Ama işte o çay keyfi orada kalakalır. O an, o anın konforu orada donar kalır. Uçaklara almıyorlar alışkanlıkları, bildik üç kuruşluk keyifleri, çayı demledim atla gelleri. Size diyor ki bunlar uçağa konmaz, taşınmaz mallar. Oradan yenisini alın. Yorgan gibi mesela. Ama işte her şey yorgan değil, dünyanın en güzel ülkesinde bazı şeyler yok. Olsa valizimde tarhana olmazdı. O tarhananın yanına Alin’le eve girmeden gördüğüm komşu çocukları, o bildik sohbetleri bile sığdıramıyorum. Bari tarhanaya laf etmeseler.

Nasıl, hafif bir üşüme gelmedi mi?



Yuva